28 Aralık 2007 Cuma

2007’den 2008’e geçerken

Çağlayan Kent Ergönül

Rakamların dilinden anlamam. Kimisi tek sayılı senelerin uğursuzluğundan bahsediyor. O nedenle çift sayılı senelerin iyi geçeceğine inanılıyor. Ben bunlara pek inanmam. Çünkü gayet net hatırlıyorum ki, 1997 yılında çok ama çok iyi bir sene geçirmiş, 1998’de hayata bakış açımı yekten değiştirecek bir tokat yemiştim. Yine tek sayılı bir sene olan 1999’da kocamla biraraya gelmiş ve evlenmeye karar vermiştik. Eh bir kadın için evliliğe adım atmak, o seneyi komple mutlu yapmaya yeter zaten. Demek ki tek ya da çift sayının bu işle istatistiki bir bağlantısı yok.

2007 hayatımda geçirdiğim belki de en kötü seneydi. Ama bana çok şey öğretti hayata dair. Bir nevi kırılma noktasıydı diyebilirim. Bu kırılma noktasında aldığım yaralar sayesinde yürürken önüme bakmam gerektiğini öğrenip öğrenmediğimi ise önümüzdeki seneler gösterecek. Şimdilik sadece bunların bir listesini yapabiliyorum ve sizinle paylaşmak istiyorum. Bu liste benim 2007’deki kişisel tecrübelerim kadar etrafımda olup bitenlerden de etkilenerek hazırladığım bir liste:

- Dinlemek... Kendini dinlemek, sana söylenenleri dinlemek, bir parçayı dinlemek... Ama kulak vererek dinlemek.
- Özümsemek.. Dinlediklerini, hazmetmek. Her kelimeye bir açık bir de kapalı kapı bırakmak...
- Güvenmek... Descartes demiş ki “Doğrunun yolu şüpheden geçer”. Güven duyarken, kendinizi ve insanları yormadan ama şüphe payıyla güven duyabilmek...
- Zaman... Hem zehir hem panzehir. Hayatta herşeye zaman tanınmaz. Bazen acele etmeli.
- Sevmek... Çok soru sormadan, fazla kurcalamadan, sakin sakin sevmek... Zamana ve koşullara göre gerekiyorsa uzaktan gerekiyorsa yakından, bazen kırıp dökerek, bazen coşarak sevmek...
- Çalışmak... Ama para kazanmak için, ama üretmek için çalışmak... Mutlu olduğun işi yapmak, ancak tatmin olduğun işi bitmiş kabul etmek...
- Düşünmek... Fazla düşünmeyin!
- Aile... Ait olduğunuz en anlamlı grup. Kalabalık bir aile sofrasının keyfi hiçbirşeyle ölçülemez. Bu imkanı bana sağlayan kalabalık aileme binlerce teşekkür... Üremeye devam!
- Dostluk... Bunu daha önce yazmıştım. Her tanıdık arkadaş, her arkadaş da dost değildir. Kötü gün dostu ise vicdan temizliğinden başka birşey değildir. Dost aslında mutlu ve güçlü günlerinizde sizin yanınızda olabilme kudretine sahip olanlardır.
- Evlat... Gerçek sabrı, erdemi insanoğluna öğretebilen tek yaratı. Bir evlat yetiştirme becerisine herkes sahip değildir ve herkes anne baba olmamalıdır.
- Evlilik... Yaşlandığımızda yanınızda olacak ve size hayatı kolay yapan can yoldaşını 20’li ve 30’lu yaşlarda el yordamıyla ve bazı saçma sapan kriterlerle seçme sanatı. Bazı olaylar size kararlarınızı test ettirir. Ben bu testlerden kocamın gerçek can yoldaşım olduğu fikri ile çıktım.
- Aşk... Tamamen hormonal bir durum. Her hormon gibi iniş çıkışları vardır. Kalple de bir alakası yoktur. Olduğunu sanırsanız büyük bir yanılgıya düşersiniz.

Eskiye rağbet olsaydı bit pazarına nur yağardı. 2007’de yaşanan ne varsa bırakın orada kalsınlar. Yeni yıl yeni yepyeni mutluluklara gebe olsun...

27 Aralık 2007 Perşembe

Başını dola hayatın, bat çık, üç zincir çek....

Dilber Müge Eti

Mükemmeli yakalamak için çırpınan kadınlar zinciri olduk iyice...

Evine birkaç renk katmak için bayramda annesinden esinlenmiş, hafifte depresyon modundan destek almış, alıp eline tığı ipi, gözü ipine atlamaya çalışan kedisinde olan, bir yandan da televizyondaki Candan Erçetin konserini takip etmeye çalışıp motife odaklanmış bir kadın tablosu çiziyorum. En azından dışarıdan öyle gözüküyor...

Ya aklımdan geçenler...

Genelde böyle olmaz mı zaten, farkında olmadan daha az düşünmenin bir yolu olarak seçtiğimiz bir yolda, daha çok düşünür bulmaz mıyız kendimizi...

Babam sağlığına yine dikkat etmiyor, akşam ağır yemek yedi... Annemin bakışları bu akşam farklı mıydı yoksa, keyfimi kaçık, bak anlatmadı birşey... Kardeşimin ne güzel yüzü gülüyordu... ? Neden açmadı telefonu.... ses seda yok... Ya 11 yıldır tanıdığım arkadaşım nasıl karıştırdı böyle ortalığı.. Dur sabah erkenden çıkan haberleri göndereyim müşteriye..... bak su faturası da gelmiş....

Ne kadar basit ama hayata dair, ancak ucu bucağı belli olmayan binlerce şey geçiyor aklımdan.. halbuki müzik dinleyip keyif alıp, şu üç zinciri doğru dürüst çekebilmekti tek derdim bu gece...

Bak yine kontrolden çıkıyor herşey...

Bazen tek derdim bu gibi hissediyorum.. Kontrolün bende olması...

Bu kontrolmania, birileri sürekli birşeyleri sorduğu, cevaplarımın hazır olması gerektiği için mi geçmişti bana, yoksa ben kontrolün bende olmasını istediğim için mi bana sorulur olmuştu birçok şey...

Bu durumun ne hissettirdiğinden emin olamayıp şu an bile şikayetçimisin ki bundan diye geçiyorum aklımdan.. Sanmam... İnsanın kendi tercihidir bunlar...

Belki de genç kızlık dönemlerinde seçilen ve tanımlanan bir yoldu bu... Ailenin seni kuvvetli görmesi ve güvenmesi ile başlayan sorumluluk duygusu, çabuk büyütmüştü belki de...Ardından verilen bir kararla erken başlayan iş hayatı...

Bunlara baktığında hayatta alınacak kararların başını dolayıp, istediğin zinciri çekip motifi geçekleştirmek kolay olsa da, sanırım bir süre sonra motiften bile endişe duyar oluyor insan. İstediği kadar şükreder ve mutlu pozisyonda olursa olsun...

İstediğiniz kadar herşeyi kontrol altında tutmaya çalışın, unutmayın ki o duruma başkaları da dahil oluyorsa (aile, eski sevgili, mevcut sevgili, dostlar, arkadaşlar vs...) çok da elinde olmuyor bazen herşey, kontrol yönünü şaşırmış bir direksiyona benziyor. Belki de zorlamamak lazım günün sonunda çok fazla..

Aile başka birşey ancak ya diğerleri... Sen istemedin diye onların yapacaklarını değiştirebilir misin.

Akışına bırakmak lazım belki de bazı şeyleri ama kendi değerini, mutluluğunu unutmadan..

Bunca laf kalabalığından sonra bir iki öneri.:
- Kontrol sende olsun ama kararında...
- Sadece seni mutlu eden kişiler hayatına dokunacak kadar yakınında olsun...
- Her zaman istediğinin olmayacağını, onların ne istediğinin de önemli olduğunu unutma...
- Ancak herşeye rağmen, birşeyi çok istersen olacağını, buna odaklanırsan mutlaka hayalinin gerçekleşeceği de yaşam stratejin olsun...

Mutlu yılllar...

19 Aralık 2007 Çarşamba

Şeytan kadın mı yoksa her kadın bir şeytan mı?

Çağlayan Kent Ergönül

Fantastik filmlerden hazzetmememe rağmen geçtiğimiz haftasonu arkadaşlarımın da baskısıyla Beowulf’a gitmeye razı oldum. İtiraf etmeliyim ki bu ikna turundaki hafifletici tek neden kadroda Anthony Hopkins ve John Malkovich gibi hayran olduğum iki adamın yeralması idi.

Film, Danimarka’da kendini dünyanın tek sahibi sanan bir kavimin savaş, hazine, seks ve meşk içindeki yaşamını anlatarak başlıyor. Savaşa gidip ganimet kazanıp, sonra sızana kadar zafer kutlamaları yapan bu kavimin mutlu düzeni başlarına bela bir ucube yaratığın salyalalarını döke saça gelip eğlenen insanları telef etmesi ile bozuluyor. Kavmin yaşlı ve kendinden geçmiş kralı (Anthony Hopkins) kendilerini ancak bir kahramanın kurtarabileceğini haykırıyor ve bunun üzerine denizlerin fatihi suyun öte yakasındaki kahraman yüce dalgaları aşarak bizimkilere ulaşıyor. Bu kahraman tahmin edeceğiniz üzere Beowulf!

Neyse, güçlü kuvvetli ve aynı zamanda yakışıklı olan Beowulf, bütün bir gece Kralın genç ve güzel cariyesi ile platonik flört ettikten sonra çırılçıplak yere uzanıyor ve ucubenin gelmesini bekliyor. Özellikle ses ve eğlenceden hazzetmeyen ucube, krallıktan gelen naraları duyunca koşar ve uçar adımlarla bizimkilerin kapısına dayanıyor. Kahramanımız Beowulf 8-10 hamlede ucubenin işini bitiriyor.

Ucube perperişan halde kendi bataklığına dönüyor. Burada yavaş yavaş olaya uyanmaya başlıyoruz. Çünkü görünmeyen fakat Angelina Jolie’nin canlandırdığını tahmin ettiğimiz uzun kuyruklu annesi derin yaralar almış ucube oğlunun başını okşayarak ölümünü hafifletmeye çalışıyor. Bir yandan da amaç onu bu hale getiren kahramanın kim olduğuna dair bilgiyi ağzından alabilmek haliyle...

Bizim meşk kaviminin canavardan kurtulduk diye sevindiği ve Beowulf'un da dövüş hikayelerini anlattığı sözde zafer gecesi Beowulf’un bir kabustan uyanarak kavimdeki tüm erkekleri tavana asılmış halde bulması ile son buluyor. Kahraman derhal krala giderek hikayenin eksik parçalarını öğrenme gayretine düşüyor. Burada anlıyoruz ki, esas canavar olan zavallı ucube değil annesi...

Kahraman onu da altedeceğini söylüyor ve derhal bataklığa yola çıkıyor. Karanlık bataklıkta bir süre arandıktan sonra suların içerisinden güzel mi güzel bir kadın çıkıyor. İşte ucubenin annesi, şeytanın ta kendisi, Angelina Jolie. Onunla savaşmak zor, hiçbir hamle hiçbir darbe onu yoketmeye yetmiyor. Ancak o hazinelerle kaplı bataklığı, güzelliği ve bacaklarının arasındaki ıslak sihri ile Beowulf’u baştan çıkarıyor.

Beowulf kavme döndüğünde kadını ortadan kaldırdığına dair harika bir hikaye anlatsa da yaşlı kral buna katiyen inanmıyor. Neden? Çünkü yıllar evvel kendisi de aynı yollardan geçmiş, dövüşü şeytan Angelina’nın vajinasındaki 5 dakikalık eğlence ile bir ömür kabusa dönüşmüş. Meğerse şimdi mefta olan ucube kralın öz oğluymuş.

Kral, Beowulf’a tacını devrettikten sonra intihar ediyor.

Arada yıllar geçiyor. Kralın cariyesi yeni kral Beowulf’un karısı oluyor. Ancak artık yaşlanmış olan Beowulf kendisini bekleyen tehlikenin esareti altında kabus dolu yıllar geçiriyor. Çünkü bir başka ucube canavar bir gün gelecek ve aynı şeylerin yeniden yaşanmasına neden olacak. Nitekim, kısa bir süre sonra dev kanatlı uçan bir ejderha ağzından alevler saçarak kavmin kapısına dayanıyor. Hemen söyliyelim, bu ejderha aslında Beowulf’un güzel şeytandan doğma oğlu.

Neyse uzatmayayım. Yaşlı kurt ejderhayı da altetmeyi beceriyor. Fakat bu uğurda yaşamını veriyor. Krallık tacını ise adını şimdi hatırlayamadığım sağ koluna teslim ediyor. Şimdi buraya dikkatinizi çekerim. Beowulf’un sağ kolu elinde taç ile ufka bakakalıyor. Çünkü güzeller güzeli şeytan, denizden süzüle süzüle yeni kralın yanına doğru yanaşıyor. Şimdi bekliyorsunuz ki, hadi artık bu sefer şeytan şöyle temiz bir operasyon ile temizlensin. Hayır. Yeni kral sadece bakakalıyor ve film burada sona eriyor.

Filmde adı geçen 2 kral da zaaflarına yenilerek yürütmekle mükellef oldukları düzeni tehlikeye atıyor, birçok kişinin ölümüne zemin hazırlıyorlar. Eh belli ki, silahına doğrulmak yerine güzelliğine bakakalan 3 kralın da sonu belli...

Bu filmi bu kadar detayı ile anlatmamın tek nedeni şeytanın bu işin neresinde olduğunu anlamak... Biz kadınlar hakikaten iki bacağımızın arasında tüm dünyanın düzenini değiştirecek bir şeytani mekanizma ile mi yaşıyoruz... Yoksa şeytan o mekanizmaya koşar adımlarla gelen zaafiyet damarında mı gizli... İrade ile içgüdü savaşa girerse hangisinin galibiyeti mübah sayılıyor... Yoksa ‘ortada şeytan falan yok, bu sadece doğal bir süreç ve ne yapalım o seksten de ancak canavar doğuyor’ gibi kader buymuş yaklaşımı mı...

Ben bu soruların cevaplarını bilmiyorum. Bilen varsa beni de aydınlatsın lütfen.

17 Aralık 2007 Pazartesi

Hırçın Kız!

Çağlayan Kent Ergönül

Ben Trabzon ve Rize’ye nam salmış büyük bir Karadeniz ailesinin torunlarından biriyim. Asıl köklerimiz bugün Azerbaycan sınırları içerisinde kalan Elizabetvil diye bir kasabadan geliyor. Kafkas kökenliyiz yani... Ailemin bir bölümü Rize’de denizcilik ile uğraşmış. E Batum da komşu kapısı...

Dedelerim Trabzon’da manifaturacılık yapmış, sonra 20’li yıllarda İstanbul’a göç etmişler. Suadiye’de 12 odalı bir evde yaşam başlamış. 8 çocuk onların eşleri çocukları... Yol müteahhiti olmuşlar. Bugün hala üzerinden geçtiğimiz asfaltlarda onların alın terleri var. Büyük adamlarmış yani... Bir tarafımız Murtezaoğulları bir tarafımız Aytaç’lar... Hep birbirlerinden kız almışlar, kız vermişler. O yüzden mesela annemin yengesi aynı zamanda kuzeni gibi kompleks bir ilişki söz konusu. Buna rağmen aile kalabalıklaştıkça kalabalıklaşmış. Ancak üçüncü kuşak farklı kişilerle evlilik yapabilmiş. Binbir güçlükle... Misal, annem ve babam kaçarak evlenmişler..

Konunun aslı soyağacımdan ziyade, Karadeniz kanı taşıyan hakiki hıçın Karadeniz kızları. Çocukluğumun büyük bir bölümü kalabalık bir kadın topluluğu arasında geçti. Teyzeler, yengeler, kuzenler, onların çocukları... Bir dakika oturduklarını hatırlamam. Son derece varlıklı bir yaşam sürmelerine rağmen, ırgat gibi çalışırlardı. Ama mutfakta, ama temizlikte ama bahçede... Yatana kadar oturduklarını bilmem. Onca çoluk çocuk, kalabalığa rağmen, yorulmak nedir bilmezlerdi. Yetmiyormuş gibi her gün sabah ayrı, öğledensonra ayrı, akşam ayrı misafir ağırlarlardı. Sabah ezanı ile güne başlar, yatsı ile dinlenmeye çekilirlerdi.

Evleri her daim sakız gibiydi. Bir dirhem toz, kir göremezdiniz. Dolapların içleri bembeyaz kolalı örtülerle bezenmiş, her birinden lavanta kokusu gelirdi. O evlerde aç kalmak mümkün değil idi. Hemen bir ‘çılıhdı’ atılır tavaya, al sana çayın yanına katık... Bunlar hep ailemden bana yadigar tabirler tabii.

Çalışmak, hiç durmadan çalışmak Karadenizlilerin kanına nüfus etmiş sanki. Erkekleri evde görmek mümkün değil, kadınları da otururken... Ya çalışırlar ya uyurlar. Aynı Karadeniz gibi, ya dingin, ya deli dalgalı... Ya sever ya yutar...

Herkesin bildiğinin aksine evin karar mekanizması Karadeniz’de her daim kadınlar olmuştur. Çocuklarını sayarken kızlarını saymayan Karadeniz erkekleri, karılarını öyle bir sayarlar ki hayret edersiniz.

Devir değişti. Bir zamanlar küçük Karadeniz “paçi”ları olan bizler büyüdük, iş kadını olduk, çoluk çocuğa karıştık. Üzerimizdeki yük, annelerimizin taşıdığıdan çok daha fazla. Artık pişen ekmek kadar kazanılan ekmek de bizlerden soruluyor. Ama kazanmakla kalmıyor, pişirmeye de devam ediyoruz. Dolaplarımızın içine kolalı örtüler sermiyoruz belki ama kendimizce modern bir düzenimiz var. Herşey kusursuz, herkesin karnı tok, sırtı pek olsun diye sabah ezanından yatsıya kadar oturmuyoruz. Yorulmak nedir bilmiyoruz. Bugünün koşullarında hiçbirini yapmasak da tığ işlemeyi de biliyoruz, örgü örmesini de... Sabah 9 akşam 6 çalışıyor, hem işimizi hem evimizi ayakta tutuyoruz.

Ben Karadeniz’i hayatımda sadece bir kere gördüm. Çok da keyifli bir karayolu seyahati ile... Bodrum’a ise defalarca gittim. Hatta yaşlılığımda orada yaşamayı bile düşünebilirim. Ama hayatımın sonuna kadar hırçın bir Karadeniz kızı olacağım. Biraz klasik olacak ama Karadenizli olunmaz doğulur ve ben bundan onur duyuyorum.

11 Aralık 2007 Salı

Hepimiz arkadaşız (mı?)

Çağlayan Kent Ergönül

Ben bir iletişimciyim. Sadece mesai saatleri süresince değil, hemen hemen 24 saat iletişimin her türlü kanalını sonuna kadar açık tutanlardanım. Teknolojinin bu anlamda sağladığı her imkana da minettarım. Sosyologların yıllardır savunduğunun aksine teknolojinin insanları toplumdan kopardığına de katiyen inanmıyorum. Kendiniz dışında birileriyle temasta olduğunuz sürece toplumun tam da göbeğindesinizdir. Geleneksel iletişim metodları yerini teknolojik olanlara bırakana, bu yeni düzenle yaşamaya alışık sosyologlar topluluğu ortama gelene kadar bu kavga devam edecek.

Gelin görün ki, Facebook’a bakışım bir parça farklı. Neden derseniz, tüm online iletişim kanallarından farklı olarak Facebook aslında bir tiyatro sahnesi. Yazılı iletişimin enteresan bir boyutu vardır. Sizi çok samimi kılar. Ancak bir kadeh içki attıktan sonra söyleyebilecekleriniz parmaklarınızdan son derece ayık biçimde ekranınıza yansır. Kişinin gözlerinin içine bakmamanın rahatlığının yanısıra, söyleyeceklerinizi kırk kere düşünme olanağına sahip olursunuz. Bu da size olduğunuzdan daha çok kendiniz gibi olma şansı tanır. O nedenledir ki, aynı mektup gibi hakikidir, kalıcıdır kurduğunuz temas...

Ben Facebook’u hem seviyorum, hem de ondan ürküyorum. Yataktan kalktığınız ilk halinizle kendinizi yansıtma hürriyetine sahip olduğunuz online iletişim kanallarının aksine Facebook’ta her daim makyajlı olmak zorundasınız. Bahçenizin ancak güller açan bölümünü .gösterime açıyorsunuz. “Add friend” diye br buton var değil mi? Adı üstünde “friend” ; yani arkadaş. Ama bu büyük arkadaş topluluğu ile arka bahçenizde biten yabani otları paylaşıyor musunuz? Asla!

Bir diğer takıldığım noktada şu. Mesela 40 yıldır görmediğim bir arkadaşım ile karşılaşıyorum ve onun listesinde adını bile anmak istemediğim bir başka insana rastlıyorum. Bu o kadar sık oluyor ki, kocamla kuzen çıkacağımızı düşünerek korkmaya başladım. Dünya bu kadar küçük olmamalı, bir yerlerde tanımadığımız insanlar, keşfetmediğimiz topraklar kalmalı... Arkadaş diye bildiklerim, güllerime de yabani otlarıma da aynı samimiyetle yaklaşmalı.

Netice-i kelam şudur. Evet networking son derece faydalıdır. Geçmişinizin farklı bölümlerini hatırlatan insanlarla karşılaşmak kısa süreli bir mutluluk, bir iç sıcaklığıdır. Ama onların hepsi arkadaş değildir. Arkadaş geçmiş kadar güncelinize de hakim olandır. Arkadaş tanıdık değil, bildiktir..

6 Aralık 2007 Perşembe

İyi dost iyi gelendir

Çağlayan Kent Ergönül

Kadınsanız, hele biraz da hayatı sorgulayan soyundansanız, kokluyorsanız her bir santimetrekareyi köpek misali, hayatınızdaki insanların varlığı kafanızı karıştırır. Her bir koku molekülünde başka bir ipucu, bir başka tehdit ya da bir başka ödül gizlidir. Koklar ama öngöremezsiniz, tahmin yürütür ama kestiremezsiniz. Neticede koca bir şüphe girdabının içinde döner dolanırsınız.

Halbuki bu kadar kompleks değildir hayat. Sormanız gereken en basit soruyu sormaksızın, ki o soru bazen sizi en büyük alışkanlıklarınızdan dahi alıkoyabilir, kendinizden kaçar durursunuz. Sanki varlık nedenimiz kendimizi değil, düzenlerimizi alışkanlıklarımızı ayakta tutmaktır.

Aradan bir zaman geçer, bedeniniz size sinyaller vermeye başlar ve o zaman kaçtığınız sorular bir doktor reçetesi ile size sunulur. “Sana ne iyi geliyor?” Bu reçeteyle gideceğiniz tek eczane, hayatınızın tam da göbeğidir.

“Sana ne iyi geliyor?” prospektüsü yan etkilerle dolu bir kutu sinir ilacıdır aslında. Uzun vadede fayda sağlayıp, sizi kuytularınızda saklanan mutlu benliğinize kavuşturur. Yan etkisine gelince, umarsızca kendinizi hayatınızdaki fazlalıkları elerken bulursunuz. Bunu yaparken, kırar döker, ağlar bağırır, gerekirse önünüze çıkan kırılacak ne varsa yere indirirsiniz.

Bu gelip geçici bir yan etkidir. Sonunda size kalan içinizdeki mutlu çocuk ve o çocuğu görüp, ihtimam gösteren eş dost topluluğudur. Aslında hayatınızı kalabalıklarla değil, ancak bu mutlu azınlıkla idame ettirebilirsiniz. Çünkü iyi dost iyi gelendir. İyi dost her sizin sevdiğiniz değil, siz seven, gözetendir. Bunu görmeksizin, hırslarınıza tutkularınıza kapılarak biriktirdiğiniz her insan size bir yük, bir tehdittir.

İyi dost iyi gelendir. Kendinizi iyi hissettirendir. Bu çok basit bit sorudur ve kendinizi asla kandıramazsınız.

İyi dost iyi gelendir...

22 Kasım 2007 Perşembe

Markanızın göbek bağını nereye attınız?

Çağlayan Kent Ergönül

Oğlum doğduktan yaklaşık 3 gün kadar sonra göbeği düştü. Adet, çocuğun annesiyle 9 aylık içli dışlı bağından kalan bu son et parçasını makbul bir yere, tercihen bir üniversite toprağına gömmeyi buyuruyordu. Muhtemelen bu geleneğin doğduğu zamanlarda üniversite eğitimi az bir kesime nasip olan bir hayalmiş. Bilmeyenler için hatırlatmakta fayda var. Göbek bağını üniversite toprağına gömmek, parlak bir eğitim yaşamı için ailenin adağını sembolize eden bir gelenektir. Devir değişti. Üniversite eğitimi, özellikle sosyo ekonomik gelişimini tamamlamış ailelerin hayatında son derece doğal bir süreç. Bizler aklı selim birer ebeveyn, o da aklı başında bir çocuk olduğu sürece üniversite eğitimi alması kaçınılmaz... Bu nedenle ben de çocuğumun göbek bağını bir üniversite toprağına gömmeyi yersiz buldum. Ucu mandallı göbek bağını alıp, o dönemler çalıştığım Koç Holding’in yolunu tuttum. Kimseye görünmeden, Holding’in bahçesindeki lambalardan birinin dibine Uzay’ın göbek bağını gömdüm. Bahçıvan çimlerinin bakımını yaparken oğluşumun göbeğini de bir kenara fırlatmamıştır diye o gün bu gündür dua ederim.

Peki biz ne yapıyoruz? Daraltılan anlamının aksine iletişimin temel varoluş nedeni, markanın göbek bağının nereye atılacağını tayin etmek, çukurun şeklini şemalini belirlemek... Bir hayal ile yola çıkıp, gelecekte verim alacağımızı ümid ettiğimiz topraklara tohum serpiyoruz.

İletişim bir çocuk titizliği ile büyür. Sabır ve özen ister. Bazen kısa vadede sonuca ulaşmak isteyenlere iletişimin uzun yolunu anlatmakta güçlük çekiyoruz. Halbuki, markaya yapılan yatırımlar uzun zaman ister, kuruluşları sadece bugüne endeksli değil gelecek yüzyılları hesaba katarak beslemek büyütmek gerekir.

Müşterilerimizden Marshall 1954’ten bu yana piyasada olan, markalaşma sürecini tamamlamış bir kuruluş. Sektör lideri, dünya kimya devi Akzo Nobel’e bağlı, borsaya kote Türkiye’nin en büyük markalarından biri. Vakti zamanında boyacıların, nalburların dikkatini çekebilmek adına iletişim yatırımlarını spor gibi maskülen alanlara yönlendirmiş. Devir değişmiş, satın alma kararı erkekten kadına geçmiş. 50 yıllık marka yeniden doğmuş ve göbek bağını kadınların bastığı topraklara gömme kararı almış.

Marshall’ın bu köklü değişimine lokomotif iki hareketten bahsetmek isterim. Bunlardan biri KEY Showroom. Şimdilik sadece İstanbul Kalamış’ta hizmet veren Key Showroom, A’dan Z’ye kadınlara göre organize edilmiş bir dekorasyon, estetik ve renk merkezi. Bu merkezde eviniz için bedelsiz mimari danışmanlık hizmeti alıyorsunuz. Binlerce renk seçeneğinden sizin için en uygun olan belirleniyor. Ayrıca showroom’da kadınlara yönelik çok mühim iki aktivite gerçekleştiriliyor. Astrolog Ayda Ersan ile yıldızınıza uygun dekorasyon alternatiflerini belirliyor, Tülin Şahin ile boyanın modasını takip edebiliyorsunuz.

Marshall’ın kadınlara yönelik bir diğer çıkış da “Fashion by Marshall” ile oldu. Fashion aslında bir ürün grubu. Yani kısaca bir dizi boya. Ama onu sadece boya olarak yorumlamak yanlış olur. Bir yaşam biçmi, bir ruh olarak koyuyor varlığını ortaya. Kadın ruhuna sesleniyor aslında. Eminim ki, önümüzdeki yıllarda Marshall’ın bu serideki renkleri, adeta jenerik haline gelecek; kırmızıyı, bordoyu, beji ve daha nice rengi o isimlerle anar olacağız.

Bu iki agresif pazarlama hareketinin ekmeğini gerçek anlamda yıllar sonra yemeğe başlayacak Marshall. Marka yatırımlarını çocuk büyütür titizlikte büyütecek, geliştirecek ve yıllar sonra kadınlara yatırım yapan ilk boya markası olarak anılacak. Yani iş göbek bağının hurafesinde değil, onu nereye gömeceğini tayin edebilecek ileri görüşlü zihniyetlerde...

Bir kese de ruhlarımıza...

Çağlayan Kent Ergönül

Aslında bu yazıya 1. tekil şahısla başlamayı planlıyordum lakin bir kuvvet ben çoğul düşünmeye itti. Çoğulluğun konforu cazip geliyor insana. Yalnızlığı bile anlatasımız var, ki anlatılınca yalnızlık ortadan kalktığı halde... Demek ki adını koyamadığı bir başka boşluğu tarife gayret ediyor insan...

Bu boşlukları doldurma heveslisi bir grup insan gibi ben de uzakdoğu ve hindu felsefelerine merak sardım. Büyük ısrarlar sonucunda da kendimi yogada buldum. Yapanlar bilir, yoga hareketlerinin birçoğunda iki göz kapalı, üçüncü göz açıktır. Mihri Hocam ‘derin ve keskin bakıyoruz üçüncü gözümüzle’ diyor. Bu üçüncü göz insanın sezgilerini, sağduyusunu ve algılarını yönetiyor. Konsantre olabilmeyi başarırsanız; uzaklarda, çok uzaklarda kobalt mavisi bir “şey”e bakıyorsunuz. Önemli olan “şey”in ne olduğu değil, ne kadar derin ve keskin bakabildiğiniz...

Bu derin ve keskin bakma egzersizleri beni nereye götürecek bilemiyorum ama anladığım kadarıyla amaç kendini bulmak. Dünyevi meselelerden çöplüğe dönmüş tavan aramıza şöyle temiz bir kese atmak, hatta becerebiliyorsak bir güzel cilalamak...

Ben, bir süredir ne bulduysam tavan arama atıyordum. Ara ara, dur ben bunlardan bir kurtulayım diyor, ama hemen ardından rahmetli anneannem misali aralarından işe yarar birşey çıkar ümidiyle vazgeçiyordum. İnce ince eşeleyip, birşey bulamayınca “bırak dağınık kalsın” kıvamı tekrar yerlerine bırakıyordum. Her seferinde daha da gayri muntazam bir şekilde... Halbuki tavan araları kıymetli hatıraların, çeyiz sandıklarının mekanı değil midir... Çer çöp ne bulduysam attım üzerlerine. E fizik gereği, her maddenin bir istiap haddi var. Bu pisliğin ağırlığıyla sadece anılarım ezilmedi, dünya da başıma yıkıldı...

Teşbihin fazlası yorar. Neticede bunlar benim kelimelerim olmasına karşın bana tapulu sıkıntılar değil. Herkes yalnız, herkes arayışta, herkes mutsuz... Daha da kötüsü herkes korkak... Üçüncü gözden geçtim, iki gözümüzle bile bakmaktan aciz hale gelmişiz. Burada sözüm, durumun vehametiyle yaşamaktan memnun takılanlara değil, çözüm arayışında olanlara... Ben kendime araç olarak Yoga’yı seçtim. Siz buna mecbur değilsiniz. Sadece 5 dakika olsun, sukunet içerisinde gözlerinizi kapatın ve çok uzaklardaki kobalt mavisi “şey”e bakın. Belki kendinizi bulur, elinden tutar geri getirirsiniz...

Günün PR'ı...

Çağlayan Kent Ergönül

Günün değişen koşulları PR’ın uygulama modellerini ve PR’dan beklentileri de değiştiriyor. Bundan 10-15 yıl öncesinde bahsettiğimiz hizmet modelleri bugünün gerçekleri içerisinde kısmen kabul görüyor, kısmen sorgulanıyor. PR’ın benimsenme süreci içerisinde müşterilere bir boy büyük elbise diktiğimiz günler de oldu. Kanımca dünyanın geçirmekte olduğu ekonomik ve politik süreçler, ülkenin tecrübe ettiği 2001 krizi gibi nedenler PR hizmetlerinin de yeniden masaya yatırılmasına neden oldu. Artık müşterilere değil bir boy büyük elbise dikmek, mevcut kumaşları nasıl değerlendireceğimize yönelik fikirler geliştirmek durumundayız. Bu da şu demek. Reklama alternatif maliyet etkin araçlar geliştirmek günümüz iletişimcilerinin en temel reflekslerinden biri olmalı.

PR, pazarlama arenasının en tahrik edici, ancak kendini ifadesi en güç araçlarından biri. Atışlarımızın kaç metre ötedeki hedefe hangi kuvvetle isabet ettiğine dair somut bir veriye halen sahip değiliz. Bir holdingi ele alalım. Kurumsal itibarını yönetmeye başlıyor, medyaya demeçler veriyor, çeşitli sosyal sorumluluk projelerine imza atıyor v.s... Eğer holding çatısı altındaki ürün ve hizmetler bütününün tüketiciye ulaşmasını sağlayamazsanız, holding adına yüzlerce proje gerçekleştirin, arzu ettiğiniz duyguyu yakalamanız mümkün değil.

Ürün ya da hizmetlerine veya markasına yönelik iletişim süreçlerini tamamlamamış hiçbir şirketin kurumsal itibarını yönetmeye hazır olduğunu düşünmüyoruz. Biz müşterilerimizi iletişimde öncelikle mevcut ürün ve hizmetleri ile güçlendirmeye gayret ediyoruz. Bunu bir ses sanatçısının öncelikle müziği ile sergilediği performansa benzetebiliriz. Kitlesel saygınlığın temelinde aslında her zaman ürünün performansı var. Bu nedenle ağırlığımızı ürün ve marka odaklı pazarlama iletişimi olarak belirledik.

Pazarlama iletişimi, kullanılan araçların zenginliği ve sonuç odaklılığı ile PR’ın en gözde kollarından biri haline gelmeye başladı. Aslında yeni bir kavram olmamasına rağmen, günümüz koşulları pazarlama iletişimini daha önemli hale getiriyor.

Bakınız, CIPR’ın geçtiğimiz sene gerçekleştirdiği bir araştırmaya göre İngitere’de pazarlama bütçelerinin %40 ını reklam, geri kalanını ise satış promosyonu, doğrudan pazarlama, halkla ilişkiler ve sponsorluk gibi pazarlama iletişimi faaliyetleri oluşturuyor. Tüketici ile daha yakın temas kurmalı, mesajların yerine ulaştığından ve doğru algılandığından emin olmak durumundayız. Bu anlamda hedef kitle odaklı organizasyonların önemi çok büyük. Sadece medya yansıması odaklı iş yapış biçminden uzaklaşarak, daha geniş perspektifte hizmet verilen bir yapıya doğru gitmek durumundayız. Neticede, günün sonunda müşterinin temel beklentisi mevcut ürün ve hizmetlerinin daha düşük pazarlama maliyeti ile satışının gerçekleşmesi.

Biz bugün müşterilerimize hem kurumsal iletişim hem de pazarlama iletişimi veriyoruz. Aslında pazarlama iletişimi projeleri her zaman düşük maliyet demek olmuyor. Ancak tüketici ile kurduğu yakın temas, mesajın etkisi ve süreklilliği bakımından daha maliyet etkin oluyor. Bu anlamda tüketici odaklı etkinlikleri çok etkili. Örneğin yaptığımız organizasyonlarda ürün ya da hizmetin yapısına uygun bir mekanda tüketicinin katılımı ile interaktif gerçekleşen etkinliklerin saatler içinde satışla neticelendiğini gözlemledik. Elbette bu tip projelerin sürekliliğinin iş sonucuna etkisi medya odaklı PR’dan çok daha etkili.

Bodrum'un burcu ikizler...

Çağlayan Kent Ergönül

Karaincir Ali'nin Yeri/ Turgut Reis
Bodrum ilk olarak Güvercinlik’te göz kırpar bana... İstanbul’dan çıkıp yaklaşık 500 km katettikten sonra Ege Denizi’nin mavisi ile bu ilk buluşmada mutlaka arabanın camını aralar, bir sigara yakarım. Yarımadayı tam ortasından dikine kesen karayolunda koylara giden sağlı sollu sapakları geçerken aslında Bodrum’un her zevke uygun şerbet verdiğini düşünmemek mümkün değil. Tükbükü, Gölköy, Yalıkavak, Yalıçiftlik, Gündoğan, Gümbet, Gümüşlük.... Bodrumu bilen bilmeyen herkesin yakından tanıdığı, en azından ismine aşina olduğu balığı, tatil köyleri, barları, club’ları ile ünlenmiş bir dizi yaşam alanı...

Tatil sizin için ne demek? Sınırsız yemek yiyebileceğiniz, kaydıraklı havuzlarda çocukları kahkahalar içinde gördüğünüz bir tatil köyü mü? Yoksa sabah kadar içip dansedip, öğleden sonra 3’te gözlerini açıp ahşap üstü beyaz minderlerin bulunduğu bir “beach”te güneşlenmek mi? Bodrum size bu lezzetlerin hepsini sunabiliyor.

Lakin bizim rotamız yarımadanın ta en uç noktası. Bodrum şehir merkezine uzak olması nedeniyle sadece deniz, kum ve balık kokan; sizinle yola çıkan gam ve kederi, hızlı şehir yaşantısının kalıntılarını adeta katıksız huzur ile takas eden Karaincir…

Geniş kumsalı, akvaryum tadında denizi, salaş restoranları ile Bodrum yarımadasının belki de en enteresan noktası Karaincir. Tüm mütevaziliğine, ilkelliğine rağmen, iyi yemek ve güzel denizi sayesinde eski bakanlardan tutun da, televizyondan tanıdığımız “araştırmacı gazeteci”lere kadar birçok enteresan ismi burada görmek mümkün.

Yaklaşık 500 m lik bir sahile sahip Karaincir kuzey rüzgarlarına kapalı ancak karayele her daim açık, esintisi hiç bitmeyen ve ziyaretçilerine çok ferah bir tatil sunan nadir güney yörelerinden biri. Dağlardan gelen soğuk su kaynaklarının burada denize dökülmesi nedeniyle su ısısı civardaki diğer koylara oranla oldukça düşük...

Karaincir, dünyanın ilk 15 plajından biri olması nedeniyle Mavi Yolculuk’a çıkan teknelerin mutlaka uğradığı koylardan biri. Açığa demir atan tekneler, tesislere ait motorlarla kıyıya getiriliyor. Bölgenin meşhur kabak çiçek dolması ise turist sofralarının vazgeçilmezlerinden.

Karaincir’in en yeni ziyaretçileri birkaç senelik. Yani tatilini Bodrum’un tam bu noktasında yapmaya alışan bir daha vazgeçemiyor. Plajda sağınızda solunuzda sohbet ettiğiniz herkes ya 10 sene ya 20 senedir Karaincir’in müdavimi. Rivayete göre Karaincir’de yatırlar var. Suyundan 7 kere içerseniz, bağlanıyor bir başka yere gidemiyormuşsunuz. İster inanın, ister inanmayın...


Kardeşler Motel & Restaurant – 0 252 393 60 34 http://www.kardeslermotel.com/ - Karaincir