11 Ocak 2008 Cuma

Böyle bir durum vuku bulurmuş...

Çağlayan Kent Ergönül

Bir önceki yazımda gecelerin şairi Tolga Akyıldız'ın "Nasıl bir durum vuku bulur da herşeye rağmen bir şekilde aşkın karşısında dururuz..." dizesine karşılık uzun uzun isyan eder iken Kanuni Sultan Süleyman'ın 'Muhibbi' mahlasıyla yazdığı bir beyiti çıktı karşıma:

Aşık olmak isterem
Lakin cefadan korkaram
...

10 Ocak 2008 Perşembe

Nasıl bir durum vuku bulur...

Çağlayan Kent Ergönül

Hürriyet Gazetesi Popvirüs köşesinin yazarı kadim dostum Tolga Akyıldız’ın bir şiirinden bir kuple asla aklımdan çıkmaz: “Nasıl bir durum vuku bulur da herşeye rağmen bir şekilde aşkın karşısında dururuz...”

İnsanoğlu bugüne kadar hayal ettiği, dillendirdiği herşeyi gerçekleştirdi öyle değil mi? Birçok keşif önce birer düşünce, birer hayal değil miydi... Neil Armstrong’un Ay’a ziyareti bir hayalin gerçekleşmesi değil miydi... Graham Bell telefonu bulmadan önce kimbilir neler düşündü, neler dile getirdi... Şu anda okumakta olduğum “The Intention Experiment” adlı kitap her canlı organizmanın içinde bir enerji olduğu gerçeğinden yola çıkarak hücredeki fotonu keşfeden bilimadamlarından bahsediyor. Yani neleri ama neleri bulup meydana çıkarıyoruz..

Herşeyi önce düşünüyor, dile getiriyor, keşfediyor, gerçekleştiriyor ve sahip çıkıyoruz. Peki nasıl bir durum vuku buluyor da bu kadar konuştuğumuz, bu kadar düşündüğümüz, uğruna destanlar, romanlar, şarkı sözleri yazdığımız, yani güya keşfettiğimiz ve dile getirdiğimiz ‘aşk’ın karşısında durmayı başarıyoruz... Hücrelerimizin en derinindeki fotonu bulmayı başarıyor da, yüreğimizin çarpıntılarına nasıl kayıtsız kalabiliyoruz... Bırakın kayıtsız kalmayı, bir avuç büyüklüğündeki şu yüreğin çarpıntısı nasıl bu kadar ürkütebiliyor insanoğlunu...

Hangi aklı evvel çıkıp da aşkın bir teslimiyet olduğunu buyurmuş... Hangi diğer aklı evveller bu fikrin peşinden giderek yakalanmamak adına sürekli kaçan birer ürkek tavşan haline gelmiş... Böylesi yüreklere ilaç bir mahpusluk şu üç günlük dünyada kaç kişiye nasip olmuş, onlar nasıl bir acı bildirmiş ki bu aklı evvellere, tek çare koşar adımlarla kaçmak olmuş...

Sezen Aksu’nun yürek titreten nameleriyle rakı kadehlerini havalarda savuran insan evlatları, hangi ruh haliyle seviştikleri yataktan kaygısızca çıkar olmuş... Yürek bedenden ne zaman kopmuş ki, vücutlar yaklaşırken, kalpler arka kapıdan dışarıya sızar olmuş...

Bu ne yaman bir çelişkidir, nasıl bir iradedir ki, otobanda hız sınırının üzerinde araba kullanırken kalp ritmini 120’ye kitleyerek heyecan duyan erkek olsun kadın olsun tüm ahali, damardan adrenalinin ta kendisi olan aşkı kuralları ihlalden saymış...

Başka türlü yaşamayı bilmez iken, heyecan duymaktan kendimizi alıkoyamazken, nasıl bir durum vuku bulmuş da bir şekilde aşkın karşısında durur hale gelmişiz...

Aşk kadar bencil bir duygu olmaya görsün. Kendini teslim etmekten ürken ve bencilliğin, bireyselliğin arkasına sığınan tüm korkaklara duyurulur!

6 Ocak 2008 Pazar

Hep pazarlasak hiç satmasak...

Çağlayan Kent Ergönül

Bir şirketin kuşkusuz en heyecan verici departmanı pazarlamadır. Hani bir iş gününün rutin ve can sıkıcı telefon görüşmeleri, toplantıları, raporlamaları gibi detayları saymaz isek... Kurum yeni yepyeni bir ürün geliştiriyor, pazarlamanın önüne atıyor. ‘Al bunu ve satılmasına yardımcı olacak birşeyler yap’ diyor. Hele bir de heyecan verici, ümit vadeden bir ürün ise, değmeyin pazarlama ekibinin keyfine...

Pazarlamacıların asıl hedefi ürünün satılmasına katkı sağlamak olsa da, aslında varoluşlarının tek nedeni heyecan verici projelere imza atmaktır. Hiçbir pazarlamacının refleks olarak satış düşündüğünü hayal edemiyorum. Daha ziyade, heyecanlanmak ve heyecanlandırmak üzerine kurulu bir yapıdır pazarlama. Ürünün en gösterişli, en zevkli, en güçlü noktalarını karşılarına alıp saatlerce hayranlıkla seyrederler. Zaten o esnada ürünün kendisi de adeta akıllı bir organizma gibi tüm zaaflarını gizler, pazarlama ekibine endamını sergiler. Saatlerce süren ‘brain storming’ ya da Türkçe karşılığı ile beyin fırtınası dediğimiz şey aslında bir sürü parlak ve gerçekleştirilebilir, ama aynı zamanda bir dizi gerçekleşmesi imkansız fikrin havada uçuştuğu, sınır tanımayan haspel kader gayri ciddi iş bir iş toplantısından başka birşey değildir. Şansınız yaver giderse bu toplantıdan satışa yönelik birkaç sonuçla çıkmak mümkündür. Neticede amaç insanları ya da tam iş tanımıyla hedef kitleyi heyecanlandırmaktır. Boğaz’dan dev bir alev topu mu çıkarırsınız, sokaklarda playboy kızlarını dolaştırıp broşür mü dağıttırırsınız ya da şehri İstanbul semalarında binlerce posta güvercini uçurup insanlara mektup mu iletirsiniz ürünün mahiyetini anlatmak için... Uzun lafın kısası, neler yapabileceğiniz az önce akıllı bir organizma olarak andığımız, zaafiyetlerini gizleyen Sn.Ürün ile onunla coşmaya çalışan pazarlama ekibi arasındaki bu ilk buluşmada ortaya çıkar.

Güzel bir kadın ya da yakışıklı bir erkek ile bir kadeh şarap eşliğinde yenen ilk akşam yemeğine ne kadar benziyor değil mi... Her iki kişinin de tırnaklarını, pençelerini, homurtularını gizlediği o ilk yemek... Birbirinin tanımaktan daha doğrusu kişinin kendisini arzu ettiği gibi tanıtmaktan büyük haz duyduğu o ilk buluşma... Sadece en gösterişli, en zevkli ve en güçlü yönlerin ön planda olduğu tamamen heyecanlanmak ve heyecanlandırmak üzerine kurulu katıksız bir pazarlama duygusu...

Konumuzdan şaşmadan gelelim pazarlama departmanına... Heyecan verici projelerinin kollarını kavuşturmuş heyecanlanmayı bekleyen yönetim takımı tarafından kabul edildiğini, gerçekleştirildiğini, bunu takiben ürünün satış grafiğinin hedeflenen doğrultuda gittiğini varsayalım. Hatta daha da ileri gidelim, görevini başarıyla ifa eden pazarlamada hayatın normale döndüğü günleri düşünelim. Bu, yeni heyecanlara imza atmak için hevesle hatta tırnaklarını takırdatarak kurum tarafından önlerine yeni bir malzeme atılmasını bekleyen bir grup insan demek...

Öte yandan boğazdan alev topu çıkarmak suretiyle pazarlanan ürünü satın alan mutlu ve mutsuz insanları hayal edelim. Mutlu insanlar kendilerini etkileyen alev topuna istinaden satın aldıkları ürünü tüketip unutmuş, mutsuz insanlar ise telefona sarılmış ürün destek hattını arıyorlar. Akıllarda kalacak olan yegane şey, Boğaz’dan çıkan alev topu, sokakta yürüyüp broşür dağıtan playboy kızları ya da İstanbul semalarında uçan binlerce posta güvercini...

Keşke hep pazarlasak, hiç satmasak... Keşke herşey güzel bir kadın ya da yakışıklı bir erkek ile bir kadeh şarap eşliğinde yenen bir akşam yemeği ve benzeri temaslardan ibaret olsa... Keşke iş sonucu kaygısı taşımayan, tek görevi sadece kalp ritmini 120’ye sabitlemek olan pazarlama projeleri için çalışsak... Keşke her daim, beklentiden uzak, vade ve sonuç gözetmeyen, her dilim pizzadan yeniden tanışan, pençeleri ve zaafları saklı insanlar olsak...