7 Mart 2008 Cuma

Doğu cenaptan bir WAW mektubu

Üreten ve ürettiren bir W.A.W olarak Nihal Hanım'ın e-mailini sizlerle aynen paylaşmak isterim:


Merhaba Çağlayan Kent Ergönül,

Okuduğum bir kitapta, "Bir şeyi çok ama çok isterseniz başarısızlık asla yakanıza yapışmaz" diyordu yazar. Gerçekten de yürekten, çok ama çok istediğim hemen hemen herşey gerçekleşti diyebilirim yaşantımda.Dünya tatlısı bir kızım,beni anlayan hep yanımda olup destekleyen bir eşim ve keyif aldığım bir işim var. Ortaokul yıllarımda "Sosyal hayatta kadınlar çalışmalımı,çalışmamalı mı?"konulu münazarada tüm yüreğimle ve günlerce araştırarak hazırlandım tartışmaya. Kadınların çalışmasını savundum grubumla ve aksini savunan grup kaybetti. O gün karar vermiştim okuyup sosyal hayatta çalışan bir kadın olarak yer alacağıma. Öğretmen oldum ve kadınların ekonomiye katılmaları, sosyal alanda ilerlemeleri için yıllarca çalıştım. Resim idi branşım,"Üreten Kadın" projesinin yönetimi ile görevlendirdiği zaman okul müdürüm bilmiyordum nereden ve nasıl başlayacağımızı. Yıl 1989, kadınların hem de kent kenarında oturan kadınların üretime yönlendirilmeleri ve aile ekonomilerine katkıda bulunmalarıydı projenin amacı. Neler yapabiliriz ? Onlara nasıl yardıcı olabiliriz? Bir sürü sorular, şimdiki gibi kadınların girişimciliği alanında bir sürü faaliyetler de yok. Çok araştırdık, az da olsa bulduk ilgili kişileri, aldık desteklerini, bir de yaratıcı yönümüzü kullanınca kısa zamanda çok mesafe kaydettik, kendimizce pazar araştırdık,ürünler tasarladık kadınlar kazaklar, danteller üretti, müşterilerle buluşturduk, satışlar yapıldı, çok tuttu tiftik kazaklar. Eğitimler aldık iletişim ve pazarlama alanlarında, kendimizi geliştirmeye gayret ettik. Ben başka kuruma gidince, ekibimiz çalışmaları sürdürdü.
Emekli oldum 2000 yılında, Ankara Olgunlaşma Enstitüsü'nden. AB projelerinde eğitim verdim çeşitli illerde, çeşitli kadın gruplarına girişimcilik, yaratıcılık konularında. Fark ettim ki kent kenarında yaşayan kadınlar, kırsalda yaşayan kadınlar daha çok ilgimi çekiyor, onların ekonomiye kazandırılması için daha çok desteğe ihtiyaçları var, yoğunlaştım bu grup kadın çalışmalarına.
2004 yılından beri, BTC -Bakü Tiflis Ceyhan-Toplumsal Yatırım Programı kapsamında, boru hattının geçtiği köylerde uygulanan kırsal kalkınma projesinde kadınların ekonomik gelişmelerine yönelik faaliyetlerde, Erzincan bölgesinde danışmanlık yapıyorum. Aynı projenin Adana ve Osmaniye köylerinde ise 2007 Ağustos ayından itibaren danışmanlık hizmetlerini sürdürüyorum. Bugüne kadar çeşitli kadın gruplarına eğitim verdim, çalışmalar yaptık, ortak sorun kadınların organize olamamaları, tasarım ve pazar sorunu.Bu nedenle bir organizasyon oluşturmayı ,bu organizasyonda, kurumlar için özel olarak tasarlanmış, üretilmiş, üretimi yapan kadınların/ kadın gruplarının bilgilerini içeren "Sosyal Kurumsal Hediye" paketlerinin sipariş üzerine pazarlanması amaçladım. Birkaç şirkete çeşitli uygulamalar yapıldı ve çok olumlu sonuçlar alındı. (El yapımı ayakkbı üreten bir şirket ile KSS projesi olarak, el yapımı kumaş kaplı ayakkabı kutusu ve ayakkabı torbaları ile mağaza poşeti ihtiyacını düzenli olarak kadınlara ürettirmek üzere işbirliği sağlandı.) Sizinle bu çalışmalarımızı paylaşmak, böyle bir organizasyon ile ilgili görüşlerinizi -önerilerinizi almak, sizin de dostlarınızla bu faaliyetleri paylaşmanız ,WOMEN at WORK 'e kırsaldan da birçok kadın çalışan kadın olarak başarı öyküleriyle katkıda bulunmaları ümidi ve dileğiyle yazmak istedim. Kırsaldaki kadınlarımızın da ekonomik yaşamda etkin yer almalarını çok ama çok istiyorum, bu alandaki ilerlemeler istenilen diğer alandaki ilerlemelerinde önünü çok rahat açacaktır.
İyi çalışmalar dilerim .

Nihal Sevilmen
Eğitimci-Danışman

14 Şubat 2008 Perşembe

Sevene hergün bayram!

Çağlayan Kent Ergönül
Özel günlere karşı özel bir sempatim vardır. Ama hakikaten ‘özel gün’lere karşı...

Tırnak içinde özel demekten kasıt kişiye özel... Mesela doğumgünleri, yıldönümleri hakikaten özel günlerdir. Sadece sizin özel gününüzdür ve en azından bir gün olsun dünyanın merkezi olabilme şansını yakalar ve sonuna kadar istismar edebilirsiniz. Kimse bunun için sizi suçlayamaz. Çünkü o sizin özel gününüzdür.

Yılbaşını bile bir nebze anlayabiliyorum. Çünkü dile kolay 365 günü deviriyorsunuz.

Ancak, Sevgililer Günü için aynı hissiyatı beslediğimi söyleyemeyeceğim. Çünkü komik bir manzara. Mesela bir restorana gidiyorsunuz. Bütün masalarda karşılıklı oturan kadınlar ve erkekler... Metazori bir eğlenme ve dışarı çıkma durumu... Metazori bir hediye alma verme durumu... Belki bazılarını motive ediyor olabilir ama şahsen ben bir yaşgünüm kadar motive olamıyorum Sevgililer Günü’nde. Çünkü kendimi bir sürünün parçası gibi hissetmeme neden oluyor.

Yine de her özel gün, basit bile olsa bir iyi niyet gösterisi için bir bahanedir. Yılın diğer 364 günü boğazınıza takılmış bir çift tatlı söz o gün sizi yormadan dilinizden dökülüverir. Bu günlerde biraz esner insan, incelerin dökülesi gelmez. Diller tutulsa bile şarkılar tercüman olur, cep telefonu mesajları, e-mailler konfor sağlar bir küçük paylaşıma.

Sevgililer Günü için daha büyük ve pahallı beklentileri olanlara ancak akıl fikir dileyebilirim. Hani biraz sıradan olacak ama, hele ki tam da şu anda 110’dan “Özledim Seni” parçasını dinlerken, maddi hangi hediye seven biri için “özledim seni” gibi bir cümleden daha kıymetli olabilir...

Bugün sevgilinize bir hediye verecekseniz dahi yanında bir çift güzel söz hediye edin. Bir sonraki gün, bir sonraki ay, hatta bir sonraki yıl ayrılmış, terkedip gitmiş olsanız, birbirinizi görmezden gelir hale gelmiş, can yakmış bile olsanız gözlerini kapadıkça, düşünüp mutlu olabileceği bir çift söz...

Sözler, inanın, çok pahallıdır. O yüzden kolay kolay dile gelmezler.

Bugün salın gitsin!

30 Ocak 2008 Çarşamba

Yıldızları dile getiren bir W.A.W: Ayda Ersan

Biz gökyüzüne bakıp yıldızların ne kadar güzel parladıklarını, ne kadar sonsuz olduklarını anlatıp dururuz. O ise onların anlattıklarını dillendiriyor...

W.A.W: Astrolojiye olan ilginiz ne zaman ve neden başladı?
Kendimi bildim bileli mistik ve gizemli olan her şeye ilgi duydum. Kendimi tanımak için astrolojiye sarıldığımda ise Astrolojinin burçlardan ibaret olmadığını gördüm.

W.A.W: Astrolog tam olarak ne demek?
Astrolog ne demek derseniz, yıldız bilimiyle uğraşan kişi ya da Astrolojiyi bilen ve uygulayan kişidir diyebilirim. Astroloji ise doğum bilgilerimizden yola çıkarak bu dünyadaki potansiyelimizi nasıl ortaya koyabileceğimizi açıklayan çok önemli bir bilgi bankasıdır denilebilir

W.A.W: Profesyonel anlamda bu işe nasıl başladınız?

Bu amaçla yola çıkışım lise yıllarıma dayanıyor. Bir konuyu ne kadar merak ederseniz o kadar içine çekilirsiniz. Dolayısıyla merakım beni bu konuyla ilgili bilgi alabileceğim gerekli insanlara dolayısıyla gerekli çevrelere taşıdı. Astrolojiyi ise insanları tanımak için çok önemli bir anahtar olarak görüyorum. Sabah gazetesinde Astroloji yazarıydım ama şu anda Vatan gazetesine geçmiş bulunuyorum.Ayrıca Türkcell’de ve ATV de yayınlanan Altıncı His programında da astrolojik danışman olarak çalışıyorum..

W.A.W: Her gün okuduğumuz burçlar bizim için ne ifade ediyor?
Hepiniz bir şekilde burcunuzu biliyorsunuzdur ya da gazetelerde burçlarla ilgili bilgiler verildiğini duymuşsunuzdur. Eğer merak eden varsa hemen söylemeliyim ki bu günlük yazılar sadece birer tahmindir ve herkesi aynı gün aynı şekilde etkileyemez. Bu buzdağının sadece görünen kısmıdır. Burcunun tüm özelliklerini merak edenler biraz daha araştırma yapıp bunun temelinde ne yattığını öğrenmek durumundadırlar.

W.A.W: Aynı burçtan olan kişiler aynı özellikleri taşır diyebilir miyiz?
Mesela siz yengeç burcunda doğdunuz .Tabii ki yengeç burcunun temel özelliklerinin bir kısmı kişiliğinizi etkiler ama işin aslı bu kadar da basit değildir. Öyle olsa dünyadaki milyonlarca insanın 12 de biri aynı şeyleri yapar ve birbirinin aynı olurdu değil mi? Size işlerin neden bu kadar basit olmadığını biraz açıklamaya çalışayım. Burcumuz dediğimiz şey bizim doğduğumuz zamanda Güneşin hangi burçta bulunduğundan yola çıkılarak bulunur. Düşünün Güneş sistemine hayat veren yıldız hangisi? Elbette ki Güneş.. Güneş olmasaydı dünyada ve güneş sisteminin diğer gezegenlerinde hayat olmazdı öyle değil mi? Demek ki biz ve dünyadaki tüm varlıklar yaşam enerjimizi, ana hayat kaynağımız olan Güneşten alıyoruz ve Güneşin yıl boyunca ziyaret ettiği burçlardan birinde doğduysak biz o burcun elemanı oluyoruz.

W.A.W: Peki ya ayın ve diğer gezegenlerin etkisi?
Hemen açıklayayım. Dünyamızın uydusu olan Ay tüm canlıların üstünde çok büyük çekim etkisi gösterir. Gel git olaylarını düşünün. Suların üstünde böyle bir etkisi bulunduğuna göre bizim gibi yüzde doksanı sudan oluşmuş canlılar da ayın çekim kuvvetinden bir şekilde etkilenir elbette. Dolunayda kurt adam olan insanların filmlerini hepimiz izlemiş veya duymuşuzdur. Bu tabii ki bir masaldan ibaret ama işin altında ayın insan duyguları üstündeki müthiş etkisi yatıyor..Şu kanıtlanmış bir gerçektir ki bazı kimseler dolunayda çok daha saldırgan veya aşırı duygusal olabiliyor. Evet, bunun gibi güneş sistemindeki diğer gezegenler de insanı manyetik etkilerle bir şekilde etkileyebiliyor.

W.A.W: Bir insanın yıldız haritası ne ifade ediyor?
Söylenecek çok şey var tabii. Ama öncelikle sizin yeteneklerinizin nerede yattığını ya da gizli kalmış yönlerinizi görebiliriz. Çünkü her insan aynı verilerle doğmamıştır. Kiminizin müziğe, kiminizin resme, kiminizin spora kiminizin de matematiğe daha yatkın
olduğu doğrudur. Ama siz hangi alanda daha başarılı olacağınızı bilirseniz, yeteneklerinizi keşfetmek ve uygulamak elbette ki çok daha kolay olur..İşte astrolojiyi falcılıktan ayıran en önemli nokta da budur. Kişiyi öncelikle kendini keşfetmeye yönlendirir. Geleceği yönlendirmek bu şekilde belki de daha kolay olacaktır..

W.A.W: Bazen insanlar falcıya gider gibi astrologa gidebiliyor danışabiliyor. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
1999 yılında İngiltere’nin Plymouth kentine tam Güneş tutulmasını izlemek ve Astrolojik seminerlere katılmak üzere gittim. Orada ki izlenimlerim Astrolojiye olan bakış açımın da genişlemesine neden oldu.
İnsanlar bir psikologa gittikleri gibi kendisiyle ilgili olanı anlamak için Astrologa gidebilir. Ama bu Astrologun psikolojik tedavi yapabileceği anlamına gelmez elbette. Astroloji çoğu kimsenin zannettiği gibi bir inanç değil çok önemli bir kadim bilgidir. Astrolojide sonuçlar, nedenlere ve verilere dayadığı için bu bilgi istatistiksel bir öngörüm olarak da nitelenebilir. Onun için Astrolojiye inanmak ya da inanmamak gibi bir şey söz konusu olamaz. Astroloji size gerek kendiniz gerekse merak ettiğiniz her alanda rehberlik edebilir. Ama çıkış noktamız her zaman kendimiz olmalıyız. Çünkü öncelikle kendimizi tanıyıp negatif ya da pozitif olsun potansiyellerimizi keşfettiğimizde koşullarımızı da değiştirebilme imkânına sahip oluruz. Ve bu alanda Astroloji size hangi zamanda hangi engeller ya da fırsatlarla karşı karşıya kalacağınızı da açıklar. Ama size sunduğu en önemli şey seçim yapma şansıdır. Her şeyin bir düzen içinde varolduğunu düşünürsek ve Astrolojinin de sistematik bir bilgi olduğunu kabul edersek, kaderin varlığını da bir şekilde kabul etmiş oluyoruz aslında. Yine de bu önemli bilgi bize hayatımızın önemli dönemlerinde iyi bir rehberlik hizmeti verebilir ve önümüzü görmemizi sağlayarak dünyayı daha rahat kabullenmemize yardımcı olabilir diye düşünüyorum. İnsanlara bu şekilde yardımcı olmak ve onların yaşamına bir ışık tutabilmek güzel bir şey ve ben de bu yolda çalışmaktan zevk duyuyorum.

W.A.W: Peki biz astrolojiden nasıl yararlanabiliriz ?
Sizlere astrolojinin arketiplerinden yani temel kavramlarından bahsetmek istiyorum. Gezegenler, burçlar ve evlerin anlamlarını kafanızda şekillendirdikten sonra sıra hepsini bir araya getirip bir bütün oluşturmaya geliyor. Gelelim bütün bunları nasıl birleştireceğiz ve bize neyi ifade edecekler sorusuna… Doğum haritamız bize kendimizi ve çevremizi anlamak ve potansiyellerimizi belirlemek açısından çok önemli ipuçları verir. Astroloji sayesinde gizli kalmış yönlerimizin varlığından haberdar olabilir ve hiç bilmediğimiz yeteneklerimizi ortaya çıkartma fırsatı bulabiliriz Güneşimizin benliğimizi, ayımızın duygularımızı, yükselen burcumuzun ise sosyal kimliğimizi belirlediğini daha önce de anlatmıştık. İlksel üçlümüzü iyice anladıktan sonra diğer gezegenlerimize ve konumlarına bakmaya başlayabiliriz.. Değerlerimizi nasıl kullandığımızı anlamak için Venüs’ümüze, enerjimizi hangi alanlarda ve nasıl yönlendirdiğimizi anlamak için marsımıza, hayatta genişleme ve büyümeyi hangi alanlarda gerçekleştirebileceğimizi ise Jüpiter’imize bakarak yorumlayabiliriz. Kendimizi nerede eksiklenmiş hissettiğimizi ve kısıtlandığımız ve korku duyduğumuz alanları ise Satürn’ümüz belirler. Satürn’ün bulunduğu ev ve burcun temsil ettiği alanlarda bir ders alabilir engellerimizi aştıktan sonra yolumuza daha kolay devam edebiliriz. Uranüs orijinalite anlayışımızı, Neptün kalıplardan nerede kurtulmak istediğimizi, Plüton ise yenilenmeyi nerede bulabileceğimizi anlamamıza yardımcı olurlar.. Bir doğum haritasında her gezegen bir burca ve eve düşer ve bunlar kendi aralarında da etkileşim yapabilirler. Etkileşim içinde olup olmadıkları ise birbirleriyle yaptıkları açılara bakarak anlaşılabilir. Açılar iki gezegenin enerjilerinin birbiriyle nasıl bir etkileşim içinde olduğunu ve hangi alanlarda gerilim veya uyum yaratabileceğini açıklamak bakımından çok önemlidir.

W.A.W: Kısaca 'bir yap-bozun parçalarını birleştirmek gibi evrensel bir şifreyi çözmektir' diyebilir miyiz?
Gerçekten tamamen öyledir; çünkü insan da yüce evrenin minik bir kopyası olduğundan var oluşu, çekim yasasına uygun bu tarz ciddi bir sistemle açıklamak mümkündür. Yıldız haritamızı genetik kodumuz olan DNA’mıza benzetebiliriz; çünkü tek ve kişiye özeldir ve yalnız bize ait olanı açıklar. Biz bu şifreyi de astroloji sayesinde çözebiliyoruz.

23 Ocak 2008 Çarşamba

I.WAW Buluşması'ndan ilk görüntüler

Bu son derece magazin kokan başlığın altında belki umduklarınızı bulamayabilirsiniz. Çünkü bu yazı son derece keyifli bir geceden kısa detayları sizlerle paylaşıyor.

Bildiğiniz gibi 16 Ocak 2008 Çarşamba gecesi üyelerimizden Şemsa Denizel'in mekanı Kantin'de biraraya geldik.

Şemsa Hanım'a bir kere daha teşekkür etmek isterim. Yemekler gerek sunum gerekse lezzet bakımından son derece güzeldi. Gerçi kendisini mutfaktan hiç çıkaramadık ama gerekçesi son derece yerindeydi: "woman at work."

İlk buluşmamıza katılarak bizlerle birlikte olan Uzman Psikolog Deniz Ergül, Ceylan Intercontinental Hotel Eğitim Müdürü Buket Erkul, Dale Carnegie Eğitim Danışmanı İlke Aksoy, HSBC Kurumsal Bankacılık Yöneticisi Sevinç Emanetoğlu, VEPA Kozmetik Pazarlama Müdürü Aylin Öztürk , Lufthansa uçuş görevlisi Gülhan Sahan ve tek erkeğimiz olan İstanbul Arena Venue yöneticilerinden Aybars Ortan'a teşekkür ederiz.

Ayrıca gecemizi görüntülemek ve bizleri yakından tanımak üzere aramızda olan CNBC-E Business Magazine muhabirlerinden Elif Yağız ve fotoğrafçı Atalay Özocak'a da ayrıca müteşekkiriz. Onların kalemi ve görüntüleri ile grubumuz daha geniş kitlelere ulaşacak.

İkinci buluşmamız Şubat ayının II. haftası gerçekleşecek.
Ayrıntıları sizinle çok yakında paylaşacağız.

Daha kalabalık bir masada sizlerle birlikte olabilmek dileğiyle...

Hayal: Bir erkek çizeceksin...

Ceyda Sakaoğlu

Kapkara bir gecede oluşturmak istemişti onu ama hayali güpegündüz çıkmıştı karşısına.

İnternette dolaşıp, yakın arkadaşıyla oluşturdukları projeleri için araştırma yaparken yeni yüzler arıyordu. Onlarca yüz bakmıştı ama bir türlü içine sinen, tasarladığı karakterin yanında yer almasını istediği sureti bulamamıştı. Aslında ne baktığı çok belliydi. Önce aklında sonra gözlerinin önünde canlandırmaya başladı aradığını. İlk başta gözlerine karar verdi. İçerlek görmek istedi onları. Çukurda kalıp gizlenmeliydi belki de. Hatta genelde kısık bakmalıydılar dünyaya; kötülükleri görmekten çekinir gibi, sadece görmek istediklerine bakmalılardı.

Kendisine nasıl bakmalarını istediğini düşündü, o anda öyle baktı ki o gözler, hayaline bile âşık olunabilirdi. O kadar içten ama bir o kadar da soğuk, o kadar dolu ama bir o kadar da umursamaz, her an bir şeyler söylüyormuşçasına anlamlı bakan gözler sadece zihinde yaratılabilirdi. Zaten yoksa kim dayanabilirdi bu kadar çelişkiye. “Hayat kimse için bu kadar kaotik olmamalı” diye düşündü. Sonra saçlarını koydu. Hatta ona derin derin bakan gözlerinin üzerine düşürdü bazı tellerini. Arada sırada geri de atılabilirdi ama serseri kılıklı birşeyler istedi o ifadede. Haliyle saçlarını hafif uzun bıraktı, kahkülleri toparlanmakta zorlanan, temizken yanlara düşen ama kirliyken de geri itildiğinde birbirine geçen, yine de güzel gözüken...

Kulaklarını hafifçe büyük yaptı, nasılsa saçlarıyla üst kısmı kapanıyordu ve büyüklüğü çok da belli olmazdı. Hiç genç olsun istemedi bu yüzü, dinginlikle azgınlığı aynı yerde yakalayabilmenin zorluğunu çözecekti bu ifadede. Göz çevresi kadar alnını da kırıştırdı. Özellikle çok buruşturmamıştı ama alnına o kadar derin 3 çizgi çekmişti ki hayatın tüm ağırlığını, tüm yaşanmışlıkları taşısın istemişti. “Alnı hüviyeti olsun” dedi kendi kendine.

Gözlerinin çukurlarına bakan iki tane yay çizdi hüviyetinin altına. Sertleşmişti ifade o anda ama gözlerinin karalığıyla uyum bulmanın yanı sıra ifadeye kattığı karanlık daha önemliydi. Yanaklarına doğru inerken, göz çevresine bir kaç çizik attı, aidiyetin anlamını da böylece öğretmiş oldu hem bize hem kendisine. Burnu güzel olmamalıydı. Uzun olmalıydı, bükük olmalıydı, yamuk değil ama aşağı bakmalıydı. Hatta bunun altı çizilmeliydi.

Hemen aklına sırça bir bıyık geldi. Bıyıkları hem o burnun büküklüğü kapatsın hem altı çizilsin diye yerleştirmişti. İncecik yaptı dudaklarını, dudakların şeklinden çok işlevselliğine yoğunlaştı. Onlar gülmek için olduğu kadar öpmek için çizilmiş olmalılardı, bakıp güzel denilsin diye değil. Sonra görmek istediği gülüşü düşündü, öylesini hayal etti ki ne her zaman ne de herkese görünmeliydi. Sadece kendisi anlamalıydı o dudak hareketlerinin ne anlama geldiğini. Gülüyor muydu, kızıyor muydu, sıkılıyor muydu, düşünüyor muydu, neydi... Hatta bazen kendi bile çözememeliydi onun ruh halini. Böylece bıyıklar hem burnunu hem dudaklarını örselemiş oldu.

Yanaklar öpülesi olmasın diye kirletti onları. Sakal koydu ama bilhassa uzatmadı. Öperken yumuşak olsun istemişti ama çeneye doğru inerken yanakları çökertmeden de kendini alamadı. Çünkü yüzünün en büyük yüzölçümü o kısma aitti ve dikkat çekmesini istememişti. Saçlarını dağıttı, gözlerini kıstı, yarım bir gülüşle, kafa yana eğilmiş bir biçimde baktırdı onu kendisine.
Hayal bile olsa aradığını bulmuştu. İçi dışı her yanı aşkla dolmuştu. Onun için yaratıldığını düşündü. Onun olmazsa hayattaki misyonu tamamlanamayacaktı. Artık yollarda bile onu arar olmuştu. Üstelik hayalini de değil gerçeğini. Çünkü gerçeği olduğunu da öğrenmişti.

17 Ocak 2008 Perşembe

Sevgi ve hak çetelesi

Çağlayan Kent Ergönül

Sevdiğimiz insanlara sürekli birşeyler kazandırmak isteriz. Bu bir hediye olabilir, bir iş bağlantısı olabilir, bi kap yemek pişirmek ya da bir hamburger ısmarlamak bile olabilir. Diyelim ki, kişi acıkmıştır, hamburger ısmarlarız. Bu hamburger onun karnını doyururken, bizim de bencilliğimizi doyurur. Hiçbir zaman net olarak ölçemezsiniz o hamburgeri neden ısmarladığınızı... Sevdiğinizin karnını doyurmak için mi, yoksa daha çok sevilmek için mi... Ya da bir taşla iki kuş vurabilmek için mi...

Mesleki bir benzetme yapacak olursak bir firmanın sosyal sorumluluk projesi gerçekleştirmesi de aynen buna benzer. Hem ihtiyacı olanların yüzünü güldürür, hem de kendi kurumsal duygularının pazarlamasını yapar.

Gelelim insanlara... Psikolog dostum Deniz Ergül’ün bir lafı aklımın bir köşesinden asla çıkmaz. Sevgili Deniz der ki, ‘insanlara gerçekten ihtiyacı olmayan şeyleri vermek asla fedakarlık değildir...” Ya da benim ilave edeceğim yorum ile şu demek olabilir, kişiler bunu fedakarlık olarak algılamazlar.

Tüm samimiyetinizle sevdiğiniz insanlara kapınızı açar, ekmeğinizi paylaşırsınız. Bunu ihtiyaçları sorgulamaksızın yaparsınız. Çünkü amaç elinizden geleni azami surette paylaşmaktır. Aslında bu o kadar bencilce bir paylaşımdır ki, kişinin kapınızda ya da ekmeğinizde gözü olmamasına rağmen sırf bir şeyler verebilmek ve bunu bir fedakarlık şovuna dönüştürmek için çılgınca bir o yana bir bu yana koşarsınız, elinizde avucunuzda ne varsa tüketirsiniz. Günün sonunda tek gaye, daha çok sevilmekten başka birşey değildir.

Sonunda kaçınılmaz bir biçimde bitap düşer ve yorulursunuz. Hele bir de bu çılgın verme telaşının sizi daha kıymetli bir insan yapmadığını görürseniz, büyük bir hayal kırıklığı ile yüzleşirsiniz. Sağduyudan yoksun bir biçimde ne yüklü bir fedakarlık yaptığınızın çetelesini tutar, kendinizi daha da üzersiniz. Ve malesef sevgi ile nefret arasındaki o ince çizgide bir ip cambazına dönüşürsünüz.

Gerçek bir sevginin fedakarlığa asla ihtiyacı yoktur. Çünkü severken vermek, eşyanın yapısındandır. Farkında olmaksızın verdiğiniz için de ona “fedakarlık” gibi bir ad takmazsınız. Bir ad takmadığınız için çetele tutmazsınız. Böylelikle sevgiyi haketmek ya da sevdiklerinize hak biçmek gibi bir telaşın peşine düşmezsiniz.

Sevginin hakla hukukla hiçbir alakası yoktur. Kişiyi yaptıkları ya da yapmadıkları için değil, sadece o olduğu için sevmek haktandır.

16 Ocak 2008 Çarşamba

W.A.W Buluşması

Merhaba!

Bu akşam (16 Ocak 2008) üyelerimizden Şemsa Denizel'in sahibi olduğu Nişantaşı Kantin'de saat 19.00-21.00 arasında buluşuyoruz.

WAW'a üye olan ya da olmak isteyen kadın&erkek herkesi bekliyoruz.

Ve işte Şemsa Hanım'ın bizim için hazırladığı leziz mönü:

Rezene Tohumları & Portakalla Marinelenmiş Zeytinler
Krudite & Humuslu Dip
Kaşıkta Buğday Salatası
Kaşıkta Fava
Kereviz Mücveri & Yoğurt SosMuska Börek
Parmesanlı Piliç Çöp Şiş
Bulgulu Şiş Köfte & Domates Sos
Karabiberli Bonfile Şişleri
Dondurmalı İrmik
DLC Boğazkere (kişi başı 3 kadeh)
DLC Sultaniye Emir (kişi başı 3 kadeh)
Kişi başı 45 YTL

Kantin
Akkavak Sokak
No: 16/2
Nişantaşı
İstanbul

ayrıntılı bilgi için: (216) 359 45 88 pbx

Bir şimdiki zaman eki olarak “yor”

Dilber Müge Eti

Sevi”yor”um
Düşünü”yor”um
Yemek yi”yor”um
Sevişi”yor”um....

Türkçe ve edebiyat öğretmenlerimin hepsinin kulakları çınlasın...

Onca yıl öğretmeye çalıştılar. Direkt anlatımıyla “...yor..” takısı şimdiki zamanı tanımlar. Ne geçmişi içerir ne de geleceği. Ama bazen, hatta sık sık nasıl da unuturuz bu basit kuralı... Defalarca öğretilmesine, yüklem derdine düşmüş onca cümle kurma çabası içinde olmamıza rağmen...

Ne bir evliliğe ne de bir ilişkiye hele hele 30’lu yaşlarını süren bireyler olarak “biter-bitecek nasıl olsa” diye başlamayız. O günlerde (ki bu bitene kadar) o “yor”lar nedense hep gelmişi geçmişi şuanı yani tüm zaman dilimini kapsar. İnatla gönül, kurallara karşı çıkıp inanır bu zaman dilimine. Bu zaman diliminin en acı kurbanı da tılsımlı “Seni sevi’yor’um” tümcesidir.

Gramer olarak baktığınızda ne kadar da yalın değil mi aslında... Son derece basit. Şimdiki zamanı ifade ediyor cümle. Ancak gönül ve kendinden geçmiş akıl bu cümleyi geniş zaman algılamayı tercih ediyor.

Pek tabii şimdiki zaman ekinin yanlış yorumlanmasından ötürü Türkçe dilbilgisi sınavından aldığınız kırık not ile, hayatınıza biçilen kırık not arasında hasar bakımından nüans var.

Seni sevi”yor”um.

O an öyleydi.

Hissettim ama şu an değil.. bitti.. “pardon”

Ama ama ama diye kala kalırsın. Hani işi kıracaktık, hani rakı içecektik birlikte.. 16’sında konser yok muydu, gidecektik...

Ne farkeder ki adam/kadın o sözleri o an söylemişti, o an öyle hissediyordu, o an öyle istiyordu. O anın şimdiki zamanını anlatmıştı. Zaman değiştiyse hiçbir his ayniyle vaki değil, olmak zorunda da değil. Ama bu kadar basit midir...

Ne geçmiş bugünün, ne de bugün geleceğin teminatı değil. Dilbilgisi diye hafife aldığımız dersler meğer ne büyük hayat meselelerine ışık tutuyormuş...

15 Ocak 2008 Salı

Modern Vampirler

Çağlayan Kent Ergönül

Vampir efsaneleri Babil’den başlar, ortaçağda ise doruk noktasına ulaşarak insanlığın en büyük kabusu haline gelir. Bu hayali canavarın günbatımı ile şafak arasında dirilerek mezarından çıktığına ve insanlara saldırıp kanlarını emdiğine inanılır. 1200’lü yıllarda İngiltere’de bir köyün tüm ahalisinin bir vampir tarafından yokedildiği söylenir. Bazı bilimadamları bunun veba benzeri bir hastalık olduğuna dair araştırmalar yapsa da insanlık kan emmenin bir fantezi olduğuna inanmaya devam etmek istemiştir. Zaman içerisinde sarmısak ya da haç gibi figürlerin vampirleri ortamdan uzak tuttuğuna inanılmıştır ki, çeşitli filmlerde de bunun örneklerine rastlamak mümkündür.

1900’lü yıllarda vampirler sinemanın en gözde temalarından bir haline gelmiş. Sinema tarihinin bilinen en iyi vampir oyuncusu ise genç kuşağın Lord Of The Rings (Yüzüklerin Efendisi) serisindeki ‘Saruman’ rolü sayesinde tanıdığı Christopher Lee. Tek kanallı döneme yani TRT filmlerine yetişenler Cristopher Lee’nin Kont Drakula rolünü mutlaka hatırlarlar. Daha yeni kuşak için en iyi örnek Tom Cruise’ın The Interview With Wampire (Vampirle Görüşme) filmi olacak sanırım.

Yani günümüz kuşağında kan emen vampirler bir film kahramanı olmaktan öteye gidemiyor.

Çünkü devir duygularımızı, kazancımızı, emeklerimizi, insanı insan yapan herşeyi emen vampirlerin devri. W.A.W.’ın ilk üyelerinden arkadaşım, Foulia Özgür’ün deyimiyle ‘modern vampirler’le birlikte yaşam sürüyoruz. Onlar aramızda dolanıyor, kurbanlarını iyi bir yem haline getirene kadar besliyor sonra da gayelerine uygun yanımızı gözlerine kestirip emiyorlar. Kah işimizi, kah duygularımızı, kah kazancımızı...

Bizler modern vampirler ile yeni tanıştığımız için, her daim hazırlıksız yakalanıyoruz. Emeklerimiz beslendikçe işimizi büyütüyoruz. Duygularımız beslendikçe sevgimizi yüceltiyoruz, kazancımız beslendikçe kasamızı teslim ediyoruz. Koşulsuz bir inanca kapıldığımız anda o iki uzun diş, şah damarını çoktan kıskıvrak yakalamış oluyor.

Peki bu yaşam nasıl sürecek? Evimizin, yüreğimizin kapısını, bacasını sıkıca kapatıp mı yaşamak gerek... Güven, ahlak, sevgi gibi teslimiyet gerektiren ve sonsuz konfor sağlayan duygularımızı bir kenara mı atmak gerek... Omuzlarına yaslanarak ferahladığımız insanların çaktırmadan dişlerini mi gözlemek gerek... Her güne korkarak başlamak, geceleri uykusuz mu kalmak gerek... Duyduğumuz her kelimeye tereddütle yaklaşmak, ihtiyat-ı tedbir misali kayda mı geçmek gerek...

Bir kere ölmek yerine, her gün korkuyla, kuşkuyla ölmek mi gerek...

Belki aradan 1000 yıl geçtikten sonra bugünün modern vampirleri birer efsane haline gelerek insanlığın ruhunu emen, onları taşa çeviren yaşamları anlatan fantastik filmlerin kahramanları olacak...

11 Ocak 2008 Cuma

Böyle bir durum vuku bulurmuş...

Çağlayan Kent Ergönül

Bir önceki yazımda gecelerin şairi Tolga Akyıldız'ın "Nasıl bir durum vuku bulur da herşeye rağmen bir şekilde aşkın karşısında dururuz..." dizesine karşılık uzun uzun isyan eder iken Kanuni Sultan Süleyman'ın 'Muhibbi' mahlasıyla yazdığı bir beyiti çıktı karşıma:

Aşık olmak isterem
Lakin cefadan korkaram
...

10 Ocak 2008 Perşembe

Nasıl bir durum vuku bulur...

Çağlayan Kent Ergönül

Hürriyet Gazetesi Popvirüs köşesinin yazarı kadim dostum Tolga Akyıldız’ın bir şiirinden bir kuple asla aklımdan çıkmaz: “Nasıl bir durum vuku bulur da herşeye rağmen bir şekilde aşkın karşısında dururuz...”

İnsanoğlu bugüne kadar hayal ettiği, dillendirdiği herşeyi gerçekleştirdi öyle değil mi? Birçok keşif önce birer düşünce, birer hayal değil miydi... Neil Armstrong’un Ay’a ziyareti bir hayalin gerçekleşmesi değil miydi... Graham Bell telefonu bulmadan önce kimbilir neler düşündü, neler dile getirdi... Şu anda okumakta olduğum “The Intention Experiment” adlı kitap her canlı organizmanın içinde bir enerji olduğu gerçeğinden yola çıkarak hücredeki fotonu keşfeden bilimadamlarından bahsediyor. Yani neleri ama neleri bulup meydana çıkarıyoruz..

Herşeyi önce düşünüyor, dile getiriyor, keşfediyor, gerçekleştiriyor ve sahip çıkıyoruz. Peki nasıl bir durum vuku buluyor da bu kadar konuştuğumuz, bu kadar düşündüğümüz, uğruna destanlar, romanlar, şarkı sözleri yazdığımız, yani güya keşfettiğimiz ve dile getirdiğimiz ‘aşk’ın karşısında durmayı başarıyoruz... Hücrelerimizin en derinindeki fotonu bulmayı başarıyor da, yüreğimizin çarpıntılarına nasıl kayıtsız kalabiliyoruz... Bırakın kayıtsız kalmayı, bir avuç büyüklüğündeki şu yüreğin çarpıntısı nasıl bu kadar ürkütebiliyor insanoğlunu...

Hangi aklı evvel çıkıp da aşkın bir teslimiyet olduğunu buyurmuş... Hangi diğer aklı evveller bu fikrin peşinden giderek yakalanmamak adına sürekli kaçan birer ürkek tavşan haline gelmiş... Böylesi yüreklere ilaç bir mahpusluk şu üç günlük dünyada kaç kişiye nasip olmuş, onlar nasıl bir acı bildirmiş ki bu aklı evvellere, tek çare koşar adımlarla kaçmak olmuş...

Sezen Aksu’nun yürek titreten nameleriyle rakı kadehlerini havalarda savuran insan evlatları, hangi ruh haliyle seviştikleri yataktan kaygısızca çıkar olmuş... Yürek bedenden ne zaman kopmuş ki, vücutlar yaklaşırken, kalpler arka kapıdan dışarıya sızar olmuş...

Bu ne yaman bir çelişkidir, nasıl bir iradedir ki, otobanda hız sınırının üzerinde araba kullanırken kalp ritmini 120’ye kitleyerek heyecan duyan erkek olsun kadın olsun tüm ahali, damardan adrenalinin ta kendisi olan aşkı kuralları ihlalden saymış...

Başka türlü yaşamayı bilmez iken, heyecan duymaktan kendimizi alıkoyamazken, nasıl bir durum vuku bulmuş da bir şekilde aşkın karşısında durur hale gelmişiz...

Aşk kadar bencil bir duygu olmaya görsün. Kendini teslim etmekten ürken ve bencilliğin, bireyselliğin arkasına sığınan tüm korkaklara duyurulur!

6 Ocak 2008 Pazar

Hep pazarlasak hiç satmasak...

Çağlayan Kent Ergönül

Bir şirketin kuşkusuz en heyecan verici departmanı pazarlamadır. Hani bir iş gününün rutin ve can sıkıcı telefon görüşmeleri, toplantıları, raporlamaları gibi detayları saymaz isek... Kurum yeni yepyeni bir ürün geliştiriyor, pazarlamanın önüne atıyor. ‘Al bunu ve satılmasına yardımcı olacak birşeyler yap’ diyor. Hele bir de heyecan verici, ümit vadeden bir ürün ise, değmeyin pazarlama ekibinin keyfine...

Pazarlamacıların asıl hedefi ürünün satılmasına katkı sağlamak olsa da, aslında varoluşlarının tek nedeni heyecan verici projelere imza atmaktır. Hiçbir pazarlamacının refleks olarak satış düşündüğünü hayal edemiyorum. Daha ziyade, heyecanlanmak ve heyecanlandırmak üzerine kurulu bir yapıdır pazarlama. Ürünün en gösterişli, en zevkli, en güçlü noktalarını karşılarına alıp saatlerce hayranlıkla seyrederler. Zaten o esnada ürünün kendisi de adeta akıllı bir organizma gibi tüm zaaflarını gizler, pazarlama ekibine endamını sergiler. Saatlerce süren ‘brain storming’ ya da Türkçe karşılığı ile beyin fırtınası dediğimiz şey aslında bir sürü parlak ve gerçekleştirilebilir, ama aynı zamanda bir dizi gerçekleşmesi imkansız fikrin havada uçuştuğu, sınır tanımayan haspel kader gayri ciddi iş bir iş toplantısından başka birşey değildir. Şansınız yaver giderse bu toplantıdan satışa yönelik birkaç sonuçla çıkmak mümkündür. Neticede amaç insanları ya da tam iş tanımıyla hedef kitleyi heyecanlandırmaktır. Boğaz’dan dev bir alev topu mu çıkarırsınız, sokaklarda playboy kızlarını dolaştırıp broşür mü dağıttırırsınız ya da şehri İstanbul semalarında binlerce posta güvercini uçurup insanlara mektup mu iletirsiniz ürünün mahiyetini anlatmak için... Uzun lafın kısası, neler yapabileceğiniz az önce akıllı bir organizma olarak andığımız, zaafiyetlerini gizleyen Sn.Ürün ile onunla coşmaya çalışan pazarlama ekibi arasındaki bu ilk buluşmada ortaya çıkar.

Güzel bir kadın ya da yakışıklı bir erkek ile bir kadeh şarap eşliğinde yenen ilk akşam yemeğine ne kadar benziyor değil mi... Her iki kişinin de tırnaklarını, pençelerini, homurtularını gizlediği o ilk yemek... Birbirinin tanımaktan daha doğrusu kişinin kendisini arzu ettiği gibi tanıtmaktan büyük haz duyduğu o ilk buluşma... Sadece en gösterişli, en zevkli ve en güçlü yönlerin ön planda olduğu tamamen heyecanlanmak ve heyecanlandırmak üzerine kurulu katıksız bir pazarlama duygusu...

Konumuzdan şaşmadan gelelim pazarlama departmanına... Heyecan verici projelerinin kollarını kavuşturmuş heyecanlanmayı bekleyen yönetim takımı tarafından kabul edildiğini, gerçekleştirildiğini, bunu takiben ürünün satış grafiğinin hedeflenen doğrultuda gittiğini varsayalım. Hatta daha da ileri gidelim, görevini başarıyla ifa eden pazarlamada hayatın normale döndüğü günleri düşünelim. Bu, yeni heyecanlara imza atmak için hevesle hatta tırnaklarını takırdatarak kurum tarafından önlerine yeni bir malzeme atılmasını bekleyen bir grup insan demek...

Öte yandan boğazdan alev topu çıkarmak suretiyle pazarlanan ürünü satın alan mutlu ve mutsuz insanları hayal edelim. Mutlu insanlar kendilerini etkileyen alev topuna istinaden satın aldıkları ürünü tüketip unutmuş, mutsuz insanlar ise telefona sarılmış ürün destek hattını arıyorlar. Akıllarda kalacak olan yegane şey, Boğaz’dan çıkan alev topu, sokakta yürüyüp broşür dağıtan playboy kızları ya da İstanbul semalarında uçan binlerce posta güvercini...

Keşke hep pazarlasak, hiç satmasak... Keşke herşey güzel bir kadın ya da yakışıklı bir erkek ile bir kadeh şarap eşliğinde yenen bir akşam yemeği ve benzeri temaslardan ibaret olsa... Keşke iş sonucu kaygısı taşımayan, tek görevi sadece kalp ritmini 120’ye sabitlemek olan pazarlama projeleri için çalışsak... Keşke her daim, beklentiden uzak, vade ve sonuç gözetmeyen, her dilim pizzadan yeniden tanışan, pençeleri ve zaafları saklı insanlar olsak...