26 Aralık 2015 Cumartesi

40 Yaş

Bambaşka nedenlerle yolunun düştüğü bir caddede, hiç tanımadığın insanların arasında, kendini oraya ait hissetmek gibi...

Bugüne kadar ezberlediklerini unutup, uyuduğun yatağa, yediğin kaba, gittiğin işe, altında ıslandığın duştan akan her damla suya yabancılaşarak dışarıda olup bitenleri keşfetmek için büyük bir şevk duymak gibi...

Yolları kitabına uygun kat etmiş, sırasına uygun büyümüş, sırasına uygun okumuş evlenmiş, iş dünyasına karışmış, hani şu uzaktan mükemmel görünen profil resimlerine inat, yaşama ters düşmeye çalışmak gibi...

Zamanın haddinden fazla hızlı aktığını farkedip, bir anda hayatı kaçırdığına veryansın ederek kendini o ana dek bildiğin kendinden kurtarmaya çalışmak gibi...

Önceki 20 yılda ayakta tutmak için yaşamın en pis köşelerinde debelendiğin, düşüp kalktığın, hırpalandığın, yıprandığın herşeyi hiç değilse bir süreliğine unutmaya çalışmak gibi...

Nedenini bilmeden yaptıklarını, nedenini ‘çünkü istiyorum’ olarak yaptıklarınla değişmeye çalışmak gibi...

Etrafındakilerin ‘çıldırmışsın sen n’apıyorsun’ demesinden büyük bir haz duymak gibi...

İçinde kırılıp dökülenleri tamir etmek için acımasızlaşmaktan, kırıp dökmekten eskisi kadar korkmamak gibi...

Küçük nefes aralıklarında boğulmak yerine, artık derin bir soluk alıp ‘ohh’ demek gibi...

Vicdanından, sosyal baskılardan, seni her geçen gün içine çeken para pul sarmalından kaçıp, evrime hiç uğramamış bir insan edasıyla salt içgüdülerinle yaşamaya çalışmak gibi...

Yakaladığın bir işle kazandığın üç kuruş fazla parayla satın aldığın ev ya da arabanın yarattığı küçük zafer bayramı duygusunu kenara atıp,  kendi meydan muharebeni başlatmak gibi...

Bugüne kadar yaşadıklarından bir öykü dahi çıkamayacağını farkedip,  iyi roman olacak yeni yaşanmışlıkların peşine düşmek gibi...

Kazandığın ya da kaybettiklerinden bağımsız sadece 40 yıl devirmiş olmanın verdiği özgüven ve farkındalıkla yeniden doğup, yeniden yaşamaya çalışmak gibi...

Pil ömrünün azalacağı yıllar gelmeden sahip olduğun beden-akıl-gönül cihazınla ful performans kendi oyunun oynamaya çalışmak gibi...

Oyunun kurallarını değiştirmek gibi... 
          
Yol kesmeye gerek kalmadan yolların kesişeceğine inanmak gibi...

40 yaş..

7 Haziran 2013 Cuma

Merkez... Merkez... Biz şimdi ne yapak?..

Bir 80'ler çocuğu...

Denize bir metre, olayların vuku bulduğu mahallere kilometrelerce ötede bir yerde,  yaşamın olduğu gibi devam etme telaşını izliyorum.  Gündüz bulutları, gece yıldızları savurup yerine bambaşka bir gökyüzü çıkardığımızı hayal ediyorum. Deniz suyu sıcaklığının bir derece eksik ya da  bir derece fazla olduğunu tartışan emeklilerin, gazete başlıklarını okudukça endişeyle kara sarı bir renge bürünen yüzlerini izliyorum. Çocuklar kumsalda, çocuklar eğleniyor, çocuklar mutlu, çocuklar bihaber...  Saat başı kolumdaki saate bakıp iki şehir arkamızda kalan tencere tava nağmelerinin başlayıp başlamadığını, karşı apartmanda oturan Nurgül Hanım’ın bu akşam balkona çıkıp çıkmadığını merak ediyorum.  Deniz sanki aynı deniz değil. Deniz sanki memleket... Çorak Karaincir tepeleri sanki tepe değil. Tepeler sanki memleket...  Elimde bir âkil telefon, iki şehir arkamda kalan mutsuzluğa ortak olmaya gayret ediyorum.  Gülümsemeye utanarak, huzursuzluğu hazine gibi saklayarak, bir şeylerin parçası olmak ile olmamak arasında gidip gelerek...  Oysa ki çocuklar kumsalda, çocuklar eğleniyor, çocuklar mutlu, çocuklar bihaber... Görmüş geçirmişler alışık, görmüş ve de geçirmiş olmanın sinir bozucu rahatlığında, görmüş geçirmişler duacı evlatları adına... Bizim adımıza...

Ama merkez ya biz ne yapak?..
Apoletlerin siper olduğu bir kuşağın çocukları olarak ya biz ne yapak...  Sokakların yasak olduğu, köşe başlarının ikiye ayrıldığı bir devirde siyasi şuuru bitkisel hayata giren bizler ne yapak da olana bitene baş olak...  Bizden bir boy küçük ama bizden bir boy ötede duran şu gençlere ne edek de bir yol çizek...  Hızlandırılmış hangi kursa katılak, hangi kitapları okuyak, hangi medyayı izleyek de önce kendimize sonra bir boy küçüklere fikir önderliği edek...  Huzursuz olmaktan, kızmaktan, beğenmekten paylaşmaktan daha fazlasını yapmak yani anlamak ve anlatmak hatta daha da öteye giderek öngörmek için ne yapak da bu sefer biz siper olak... Siyasi tüm bakışlardan bağımsız sadece eylemin kendisine  iş sonucu ile çıkabilecek bir netice ihtimali yaratmak için nereden bakak da bir yön verek...

Apoletlere gerek yok. Matruşkanın sakladığı boy boy bizler varız artık. Lakin bu iş uzar gider, yaşam bir gaz bulutuna, başlangıç noktasına döner. Geçerken de bir kuruş vermez*.  Biz şimdi ne yapak da okuyarak, çalışarak, memleketin tadını çıkararak geçirdiğimiz yıllarda ıskaladığımız “birşey yapmalı” duruşuyla bu gençlere ama eğri ama doğru bir yön çizek... Biz bu işlere hiç bulaşmadık hatta özellikle uzak tutulduk. Lakin bu iş uzuyor, bu iş durulmuyor. Bu aşamada bizler lazımız artık.   Merkez söyle bize... Biz ne yapak?..
 
*80'li yılların favori oyunları Monopoly, Borsa ve Milyoner'den bir bölüm

22 Mart 2012 Perşembe

"Sana atman için bir zar verdim..."


Bugün geçtiğim yollardan birinde eski bir apartmanın alt katında neon ışıklarla “quantum check-up” levhası asılı bir dükkan gördüm.  Doğrusunu söylemek gerekirse ilk anda çok güldüm ve ‘şarlatanlar’ dedim kendi kendime. Sonra bu merkezin yaşıyor olmasını sağlayan insanları düşündüm. Hayata  salladıkları zarların nereye isabet edeceğini önceden kestirmeye çalışan ya da gözlerine kestirdikleri köşelere düşeş atabilmek için zarı nasıl sallamaları gerektiğini öğretecek hatta onların yerine atacak ötekilerin peşine düşen insanları… Çalışmadan para kazanmak, aç kalmadan zayıflamak, ihtiyaç duymadan sigarayı bırakmak, yorulmadan spor yapmak gibi abartılabilecek gündelik süreçleri çaba sarfetmeksizin hatta nasıl sonuçlandığını bile anlamaksızın atom seviyesinde, muhtelif enerji baremlerinde yönetmeye çalışan insanları…

Var mı böyle bir şey?
Mutlu olmak değil de mutsuz olmamak mı bu tembelliğin gerekçesi?
Kendimizden uzaklaşarak kendimizi daha iyi ya da daha mutlu etmek mümkün mü?

Ben de bu yollardan geçtim ve hala geçiyorum.  Kendimi bildim bileli halk arasında panik atak olarak bilinen ama benim kendisine bugün itibariyle verdiğim yeni ismiyle “titrek” olarak anmaya başladığım bir “özelliğim” var. Bu özelliğim nedeniyle çok yorulduğum, çok sıkıntı duyduğum zamanlar oldu. Hacıya,  hocaya, batı ya da doğu ilimlerine akıntı çağnozu gibi usul usul yaklaşıp medet umduğum zamanlar oldu. Üç seans yoga, beş seans pilates, 10 sahil yürüyüşü, 25 doz çikolata vs her nevi endorfin kaynağına yanaştım. Farklı ekollerden düşünce sistemi kitaplarını hatmettim. Her derde deva onlarca dua öğrendim.  Vadamecum’u neredeyse ezberledim; hangi etken maddeli ilaç neye iyi gelir; bilirim.  Nefes teknikleri, diyafram kullanımı, çakraların açılımı… Uzun lafın kısası duygu durumlarının yönetilmesi konusunda oldukça geniş bir bilgi birikimine sahip oldum.

Her birinden edindiğim türlü bilgilerle elbette ciddi aşamalar kaydettim.  Titrek beni titremez hale getirebiliyorum. Her daim açık radarlarım sayesinde duyduğum bir söz, gördüğüm bir çift göz, ya da yukarıda bahsettiğim gibi basit bir dükkan levhası dahi beni yeni bir “iyileşme” konusunda yeni bir açılıma yönlendirebiliyor. Ama…

İyileşme?
Hasta mıydım ki?

***
Günlerden bir gün bir zar takıldı radarıma. Bana, atmam için verilmiş bir zar…
Hayatta bazı anlar vardır ki, başka hiçbir anlamı olmaksızın sadece sizi sizinle tanıştırmak için dizayn edilmiştir. İşte bu da onlardan biriydi.
Yol boyunca zarı elimde hızlı hızlı salladım durdum.  Her sallayışımda bir başka sayıya denk geldim. Hem salladım, hem de içimden hiçbir sayı tutmaksızın küçük istatistik oyunları oynadım, hangi sayı kaç kere geldi, köşeye kaç kere denk geldi vs vs…  Belirli bir sayıyı arzulamaksızın, sadece ne geleceğinin heyecan ve arzusunu duyarak salladım durdum.

 “Demek ki ben de; sakin sakin sırasını bekleyen bir pul değil, hararetle sallanan bir zarım…” dedim kendi kendime sonra.

Hayatı;  duran ve sırasını bekleyen bir pul olarak değil, titreye titreye nereye denk geleceğinin heyecanıyla yaşayan bir zar gibi geçiriyordum sadece. Panik, manik sonik, atak, petek, kötek gibi muhtelif sıfatlarla geçirdiğim onca zamandan sonra bulduğum tek şey ise “titrek”heyecanlı küçük bir kız...

***
Mutsuz olmamak, görmemek, duymamak hatta belki acı çekmemek için kendinden uzaklaşarak harcadığın her an bir kayıp…

Bana bir zar verildi atmam için.
Elbette atacağım.
Ama titreye titreye;
Kendim gibi.

Merkezlerde, teoremlerde körleşip, kendinizden uzaklaşmayın.
Sizi siz yapan hezeyanlara sırtınızı dönemezsiniz ki...
Hem belki de kendinizi iyi hissettirecek küçük bir işaret göz kırpıyor size.

Yolunuz da, radarlarınız da açık olsun.


16 Kasım 2011 Çarşamba

İşaretler ve Semboller

Aslında başlığı oluşturan kelimelerin tam tersi yani ‘Semboller ve İşaretler’ Kathryn Wilkinson’ın 2000’in üzerinde simgenin anlam ve kökenlerini anlatan muhteşem eserinin adı…
Soyut olan her kavramı sembolize etmeye çalışır insan oğlu. Soyutun dokunulmazlığı ürkütücüdür.  Soyuta vücut gerekir insan arasına karışmak için.  İmana kitap, millete bayrak, aşka kalp , ölüme mezar…  
Küçücük beyinlerimizin sınır telaşından başka bir şey değildir bu.
İnsan, dokunamadığı her şeye, refleks olarak vücut buldurur, şablon biçer.
Ancak, yine aynı insanın içindeki özlem bu şablonların arkasındaki maneviyatı çözmeye çalışır.
Ve zaman  bu merakı tetikleyecek bir işareti mutlaka gönderir.
Algı seçer.
Beden ve ruhun değişmez çatışması…
Truman’ın gözkyüzü mavisi duvara çarptığı anda hissettiği merakı anımsayın. Bir diğer dünya, bir diğer hayat, bir diğer mekan, bir diğer insan… Mümkün olabilir mi? Kağıttan duvarları parçalasan da, ‘öteki’ yaşamda varolman mümkün olabilir mi?  Truman’ın bu soruları sorması için yaşamına gönderilmiş en büyük işaret öldüğünü düşündüğü babası  -oyunun parçası figüran -  ile bir gün karşılaşmasıydı.
Hepimiz yaşamımızı yöneten, sınırları belirli, hazır bir düzenin parçası olarak yaşarız. Hür irademizle seçtiğimizi düşündüğümüz şablonize hayat parçacıkları adeta Truman gibi birer hapishanede yaşadığımızın farkına varmamızı sağlayan bir işaret ile alt üst olur. Sahip olduğumuz entelektüel sermaye ile bu işaretleri yorumlamak neredeyse imkansızdır.
Daha çok bildikçe daha çok özgürleşmiyor insan…
Bilginin bizzat kendisiyle üzerini örttüğümüz ulvi sermayedir aslında insanı şablonlardan bağımsız bir yaşama ulaştıran…
Ulvi sermaye, zamanın  kendisine gönderdiği işaretleri görebilmek için iki kaşının arasındaki üçüncü gözünü her daim açık tutmak, bunları tüm çıplaklığı ve dokunulmazlığı ile kabul edebilmektir öncelikle.  Hayatı farklı filozofların farklı şablonlarında değil, bizzat kendi iç yolculuğunda yorumlamaktır.  Aşkı kalp, ölümü mezar, milleti bayrak, imanı kitap gerekmeksizin ‘tutabilmek’, zamanın gönderdiği  işaretlere ‘merhaba’ diyebilmektir.   Ezberlenmiş korku ve endişelerle üzerimize yapışmış kodlara boyun eğmeksizin aşka ‘kalp’ değil de belki ‘ kırmızı şarap’ diyebilmektir.
Zaman ‘o’ işareti gönderdiğinde aslında ihtiyaç duyduğumuz içsel özgürlüğe kavuşmak için değişime başlamaktır.  
Direnmemektir.
Zira, zaman cömerttir.
Ama sadece bir ömür kadar…

23 Ekim 2011 Pazar

Bumerang

Kalp yaşlandıkça gençleşir.
Nefes almaya başlar, nefsinden arınarak.
Odacıkları, kapakçıkları, karıncıkları; “cık”ları hakketmeyecek kadar büyür.
Hatta damarları tıkanır belki… Evlerden ırak!
Ama gözleri açılır.

Gönül gözü…

***
Sağ beynin yıllarca süren hakimiyetinden kurtarır kendini.
Ve tek başına hareket etmeye başlar.
Odaları, kapakları, karınları, damarları ile birlikte…
Tek bir amaç uğruna:
İçinde bulunduğu yek vücuda varlığını hatırlatmak…
İçinde bulunduğu yek vücuda O’nun için var olduğunu anımsatmak…
“Beni daha fazla yor ki, ben seni yormayayım…”

***
Evet, fazla mesai ister yürek.
Aşk için aşk ile çalışır.
Ve biz faniler yıllar boyu, yüreğin bu beklentisine inat “mış” gibi yaşarız.
“Mış” gibi yaşadığımız hayatı daha da büyütmek için çalışırız.
Milyon dolarlık balondan yaşamlar kurar, bizzat şişirdiğimiz bu balonun içerisinde yine bizzat sıkışır kalırız.
Ne kadar zavallıyız!
Sonsuz evrene göre, gözle görülmeyen bitlerden dahi küçüğüz.
Hayat bu oranlamayı bize bir şekilde hatırlatıyor zaman içerisinde.
Hayat insana nispet yapıyor; insan ise karşısında eziliyor, küçülüyor.
Bumerang gibi hayata atılıp, kendimize geri dönüyoruz.
20’lerinde farkına varamıyor insan eline tutuşturulmuş şu gizli bumerangın.
Kalp yürek, kalp yürek, kalp yürek…
Bitmez bu gelgit.
En iyisi boşverelim: Yaşam, yaşam, yaşam, balon, balon, balon!

***
Yıllar geçip de kendine geri dönebilen şanslılar, içinde her gün tik tak tik tak çalışan o yüreği keşfediyor.
Fırlatıldığı hayatta duyduğu gürültüden yorgun, yüreğine kulak kesiliyor.
Hatta kulak kesilmek bir yana, yüreğini takıyor önüne yollara düşüyor.
Yollar kalabalık, yollar yaşamdan sekip yüreğinin içine düşmüş insanlardan taşkın.
Kime çarpacağını, kimin sana çarpacağını bilemiyorsun.
Karayolunda iki aracın kafa kafaya geldiğini bir düşünsene?
Korkunç!
Oysa ki, bu yollarda herkes cesur, herkes atak.
Herkes saatte 300km süratle aşka, coşkuya sürüyor.
Yaşamdan bir kere sekip gelmişlere koyar mı kadran!
Yeter ki, yürek doğduğu günden bu yana dayatılmış nefsten kurtulup, bir kez olsun nefes alsın.

***
Netice-i kelam,
Telaş etme genç!
Yaşam önce gözlerini boyayacak.
Sen daha fazla renk talep edeceksin.
Yaşam seni boyamaya devam edecek, ta ki maskara olana kadar.
Bunalacak, sıkılacaksın; ellerini, yüzünü, içini yıkamak isteyeceksin.
Temizleneceksin.
Arınacaksın.
Ve sonunda yüreğinin sesine kulak vermeyi öğreneceksin.
İşte o gün seni savuran maddi manevi tüm kayıplara teşekkür edeceksin.
Ortadan kaybolup yerlerini aşka bıraktıkları için…

8 Mayıs 2011 Pazar

Kaderin Dikiz Aynası

Sabah saatleri... Sokaklar in cin top oynuyor... Tam zamanıdır dedim denemenin.

Arabanın anahtarını alıp fırladım evden. Direksiyonun başına geçtim, kontağı çevirdim, dikiz aynasını iyice yukarı kaldırdım. Yan aynaları da iyice içeri. Yani sadece önümü görebiliyorum. Arkam, sağım, solum sobe!

Geri geri, sağ ve sol olmak üzere muhtelif manevralar yapıp bulunduğum yerden çıkmam lazım.
‘20 senedir’ aynı apartmanda oturuyorum ve aynı yere park ediyorum. Dolayısıyla sadece kafamı çevirmek suretiyle dahi direksiyona nasıl bir ayar vermem gerektiğini bildiğimi sanıyorum. Ancak yine de emniyetsizlik hissediyorum. Ben kullanmaya gerek görmesem de, orada olduklarını bildiğim aynalar devre dışı.
Biraz sağ, azıcık ileri, tam sol derken balık istifi dizilmiş araçların arasindan kurtarıyorum kendimi. Sonunda özgürüm, yola çıkmaya hazırım. Sadece boynum ve sağ kolum ağrıyor, kasmaktan mütevellit biraz da titriyor.

Aynaları tekrar açıyorum. Garajdan çıkarken düşünmeye başlıyorum.
Acaba benim az önceki gibi araba kullandığımı görenler neler düşünürdü?
Başkalarının düşünceleri de dert oldu bana.
Bu şekilde yola çıkılır mı, hele ki uzun yola?
Kim bilir neler gelir başımıza. Paramparça mı oluruz, takla mı atarız artık... Allah korusun!

Iyi güzel de, hayatı bu sekilde yaşamıyor muyuz zaten?
Geçtim dikiz aynalarından, elde ne bir güzergah, ne bir harita...
Üç beş ezberlenmis kilometre taşı:
Oku, calış, erkeksen askere git, para kazan... Birleş, çoğal. Sonra da yallah kara toprak.
İç sesimizi dinleyip karar veriyoruz değil mi güya...
Orada mı okuyayım burada mı, mühendis mi olayım, reklamcı mı, üç mü kazanayım beş mi...
Bu mudur insanoğlunun iç sesi?
Buna sivrisinek vıziltısı denir ancak.

Neden gıpta ediyoruz o vakit, herşeyini satıp savıp Bozcaada'ya yerleşen gencecik insanlara?.
Ya da küçük bir yelkenliyle Atlantik'e açılanlara?
Sakın yüreklerinin peşinden gittikleri için olmasın?

Çünkü!

Çünkü onlar iç seslerini gümbür gümbür konuşturup, yola çıkan insanlar.
Çünkü onlar ezberbozanlar.
Çünkü onlar üzerlerine serpilmiş ölü toprağından sıyrılıp, kendi topraklarını, ait oldukları kaderi bulan insanlar.

Şu alemde iki kader var.
Birini bize yazıyorlar.
Birini biz yazıyoruz.
Şarkılara, şiirlere, filmlere konu oluyor.

Tebrizli Şems’in 14. altın kuralı der ki:
“Hakk' ın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın. ‘Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir’ diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını!”

Esen kalın, kaderinizin kalemini elinizden düşürmeyin.

22 Aralık 2010 Çarşamba

Elimize hamur bulaşmış, çıkmıyor...

Beni yakından tanıyanlar bilirler; "kadın hakları"na inanmam. Hatta çoğu zaman kadinların "hak"sız olduğunu düsünürüm. Eğri oturup,  doğru konuşalım şimdi. Kapris yaparız, çok para harcarız, elimizden mekanik hiçbir iş gelmez, detaylarda boğuluruz, dedikodu yaparız, fesat düsünürüz, işler istediğimiz gibi gitmedi mi hemen ağlarız...

Hepsinden öte ve erkeklerden farklı olarak, hem cinsimizden nefret ederiz. Sırf bu bile kadınların kuytularında barınan gizli şeytanı göstermeye yeter de artar.

Lakin, patlayan lastiği değistirebildiği için kahramanlaşan erkeklerin, yaşamı "iki dudak arasında" idare edebilme kudreti de kabul edilir gibi değil.

Biz kadınlar, hep bir onay bekleyerek yaşıyoruz.

Güzelliğimizin onaylanmasını istiyoruz. Bir erkekten iltifat alabilmek için takla atmayacak kadın tanimiyorum. Keza, bir kadından iltifat almak için de takla atabiliriz.

Cinselliğimizin onaylanmasını istiyoruz. Start finish düzlüğü her daim Adem oğullarının tekelinde olmustur. Biz ancak yarış bayrağını sallayabiliriz.

Flört etmek için onaylanmayı bekliyoruz. Kendiliğimizden bir erkege gidip "senden çok hoşlaniyorum, birlikte olalım mi?" dediğimiz vaki midir? Diyelim ki dedik, bunun "ne kadar ucuz" bir duruş olduğu, bırakın erkeği, öncelikle öteki kadınların diline pelesenk bir mevzu olarak durur karşımızda.

Evlenilmeyi bekliyoruz. Okul, askere gidip gelme, para kazanıp kendilerine güvenme, yaşamın zevklerinde doyum noktasını görüp sakinleşme gibi sureçleri tamamlayıp evlenmeye hazir hale gelmelerini bekliyoruz. Ve malesef bu yıllar içerisinde kadınların bir çoğu  "kerhen" yüksek tahsil,  "tesadüfen" kariyer yapıyor.

Yaşamımızın programlanmasını bekliyoruz. Sayısız iş toplantısı organize edebilen biz, mum ışığında bir akşam yemeği organizasyonu icin bazen yıllarca beklemek durumunda kalıyoruz.
     
Anne olabilmek icin bile onay bekliyoruz. Kadını adeta tanrilaştıran annelik için... Yaşamın o sihirli özü bir erkek tarafından bize emanet edilmediği sürece, anneliği tadabilme ihtimalimiz yüzde sıfır!
Tabiatın düzenini değiştirmeye çalışmak nafile gayret.

Bazen düsünüyorum da, kadının bu asar-keser, gezer-tozar, yapar-eder halidir aslında kadını daha da edilgenleştiren ve erkeği düşüncesizlestiren, düşünmek zorunda bırakmayan.

Sürekli 1-0, 1-1, 2-1, 2-2... Bitmez bu maç.

Lastik değistirmeyi de oğrenmeyelim iste. Ya da ne bileyim, bilgisayarı formatlayamayalım.

Çünkü herşeyden önce ihtiyaçtır kadın ve erkeği bir arada tutan.

Bunların hiçbiri bizi daha zeki ve güçlü yapmayacak.
Yalnızlaşmadan güçlenmeli.
Kadının içindeki o naif kadını yeniden hatirlamalı ve hatırlatmalı.
Ve "iki"leşmeden "bir"leşmeli.
Tek vücut,
Yek vücut...